TOPRAĞIN ALTINDA KALAN VEDA

Babam, çocuk aklımla anlamaya çalıştığım bir kahramandı; ama onun kahramanlığı, bizimle paylaştığı sevgi dolu gülüşlerinde gizliydi. Babam, toprağın kara bağrında umut arayan bir işçiydi. “Biz yer altının işçileriyiz,” derdi hep. Ona göre, dünyayı aydınlatan ışık, önce karanlığın bağrından koparılırdı.
Babamın ne iş yaptığını hep merak ederdim. Sabahları erkenden evden çıkardı, akşam döndüğünde ise üstü hep toz içinde olurdu. Ellerinde, yüzünde çıkmayan siyah lekeler olurdu. O lekelerin neden gitmediğini anlamaz, babamın gün boyu ne yaptığını kestiremezdim. Bir gün dayanamayıp sordum:
“Baba, sen ne iş yapıyorsun?”
Babam her zamanki güler yüzüyle yanıma çökmüş ve şöyle demişti:
“Biz madenciyiz kızım. Yerin metrelerce altında çalışırız. Bu yüzden bize yer altının işçileri denir. Yerin altı öyle bir yerdir ki insan kendini dünyaya hem çok yakın hem de bir o kadar uzak hisseder.”
Her akşam kapıda beklerdim babamı. Eve geldiğinde gecenin karanlığını da beraberinde getirirdi; ama yüzündeki yorgunluğu gülüşüyle unuttururdu. Gözleri, yüzündeki kömür karasıyla tezat oluşturan yemyeşil gözleri, yorgun ama umut dolu bakardı. Ellerinde emeğin izleri, bedeninde yerin altından taşıdığı karanlık vardı. Ama gülüşü… Babamın gülüşü, eve taşıdığı karanlığı aydınlatırdı.
Çocukken babamı resmettiğimde, hep siyah ve griyi kullanırdım; elleri, yüzü hep kömür rengiydi. Ama yeşil kalemimi babamın gözlerine saklardım. Ben en sevdiğim rengi babamın gözlerinde gördüm. Babamsa benim kömür karası gözlerimde geleceğimi görmüş. Beni ilk gördüğünde: “Elmas olsun bu güzel kızın adı.” demiş. Bana her zaman: “Sen benim en değerli madenimsin güzel kızım.” derdi, gözlerine ormanları sıkıştıran babam.
Babamı kaybettiğimde 10 yaşında bir kız çocuğuydum. O son sabahı hâlâ unutamadım. Gece vardiyasından döndüğü sabahlar, kahvaltımızı babam hazırlardı. Bizi öpe koklaya uyandırır, o meşhur peynirli yumurtasını fırından yeni çıkmış ekmeğin arasına koyup elimize tutuştururdu. O sabah, beni okula bırakmasını istemiştim. İşe geç kalacağını söylemişti ama ısrarlarıma dayanamayarak kabul etti. Evden çıkarken her zaman yaptığı gibi anneme dönüp, “Hakkını helal et hanım,” dedi. Ama o sabah sesi farklıydı; sanki bu söz, bir vedadan fazlasını taşıyordu. Yeşil atkısını boynuna dolarken bir an durup yüzümü izledi. Gözlerinde bir ağırlık vardı, ama o ağırlığın ne olduğunu o zaman anlayamamıştım.
Yol boyunca sımsıkı tutmuştum babamın elini. Sabahın ayazında üşüyen minik ellerimi onun nasırlı, sıcacık elleriyle ısıtmıştım. Okulun kapısına geldiğimizde boynuna sarıldım, yüzünün her köşesine öpücükler kondurdum. “Babam,” dedim, “akşam erken gel.” Zilin çalmasıyla koştum sınıfa. Babam, okul bahçesinden ağır adımlarla uzaklaştı; o yeşil gözler, güneşin ışığını son kez taşıdı
O gün, yer altı işçileri bir daha gün yüzüne çıkamadı. Babamın “Biz, sizin aydınlığınız için bu karanlığa mecburuz,” dediği o derin karanlık, umutları da hayalleri de toprağın bağrına gömdü.
Babamın yokluğu, çocukluğumun en büyük yarasıydı. Ama bu yara, onun bana bıraktığı mirasla her zaman bir umut kapısı oldu. O yeşil gözlerin hayaliyle büyüdüm, “Sana söz, babacığım,” diyerek çalıştım. Yıllar boyunca her başarımda onun gurur dolu bakışlarını hayal ettim. “Kızım, sen elmas olacaksın,” derken aslında bana kendi ışığımı bulmam için yol göstermişti.
Bugün, Avukat Elmas olarak mezuniyet belgemi ellerimde tutarken onun sesini yeniden duyar gibiyim.
“Sen benim en değerli madenimsin,” diyen babamın, artık yalnızca anılarda kalan sıcak ellerini hissediyorum.
Şimdi, yer altındaki tüm emekçilerin haklarını savunmak için yola çıktım. Çünkü biliyorum, kömür karasının içinden doğan elmaslar gibi, babam ve onun gibiler karanlığın içinde bir ışık bıraktılar.