HANGİ HAYAT BENİM

Adaletsiz bir dünyada doğmanın iyi yanlarından biri de kendi adaletini kendin sağlayabiliyor olmandır. Benim adalet terazimde yapılan bir yanlışın bedeli ölümdür. Özellikle masumlara karşı yapılan bir yanlışsa.
Doğduğum günden beri kim olduğumu öğrenmeye çalışıyorum. İhtiyar balıkçının beni limanda bir market poşetinin içinde bulmadan öncesini merak ettim hep. Nasıl doğduğumu bilmiyordum. Nerede doğduğumu, kimin doğurduğunu bilmiyordum. Olduğum kişiden hoşnut olmuyor çoğu kişi. İhtiyar bana kalpsiz olmayı öğretti çünkü o kalpsizlerin babasıydı. Bana her zaman “Seni yetimhaneye gitmekten kurtardım. Bana minnettar olmalısın.” derdi. Yetimhane bu cehennemin yanında cennet bahçesi kalır.
İhtiyar sert bir adamdı. Ne bir ailesi ne de bir dostu vardı. O ve ben kırık dökük, tek katlı bir evin içinde yaşadık bunca zaman. O balıkçılık yaparak para kazanırken ben ise suç işleyerek kazandım hayatı. Usta bir yan kesiciden ziyade iyi bir nişancıydım. İhtiyarın bana “Sende usta bir hırsızın elleri var.” dediği günden beri hep çaldım.
İlk cinayetimi işlediğimde on yaşındaydım. Onların bölgesinde avlandığımı gören iki küçük oğlan çocuğunu delik deşik edip kaçtım. Eve geldiğimde o günkü hasılatı soğukkanlı bir şekilde masaya koyarak sanki hiçbir şey olmamış gibi ellerimdeki kanı yıkadım. Karnım o kadar açtı ki balıktan nefret etsem de önüme konulan somon balığını bol limonlu sosa bandırarak afiyetle yedim. Öldürmek iştahımı açmıştı. O günden sonra öldürmek, benim için bir parça somonu tek lokmada yutmak kadar kolay oldu.
Şimdi ise son cinayetimi işlemek üzere sandalyeye bağladığım iki caniye bakıyorum. Biri kırklarının sonunda, beyaz saçlı ve göbekli bir adam… Gözleri yuvalarından fırlayacak kadar çok korkuyor. Yüzünde açtığım yaralardan akan kan, çizgili tişörtünü esir almış. Diğeri ise bir kadındı. Çok güzel bir kadın… Açık kestane saçlı, beyaz tenli ve mavi gözlüydü. Bu ahmak adamın aksine onun gözlerinde korku yoktu. Sakindi. Gözlerinden akan yaşlar pişmanlık gözyaşları mıydı yoksa ölümü kabullenen zavallı bir günahkârın yası mıydı bilmiyorum. Tam yirmi yıl sonra yeniden karşılaşmıştık. Beni bir market poşetinin içine koyup kokuşmuş çöp gibi fırlattığı günün üzerinden geçen yirmi yıl.
İşte tüm aile toplandık. Mutfakta pişen yemek kokusu yerine havada kokan yoğun benzin kokusunu soluyoruz. Elimdeki Zippo’dan çıkan alevlere bakıyorum. Tek bir hareketimle tüm evi yakıp yıkmaya ölesiye hazırım.
Odada ölüm sessizliği vardı. Benzin kokusu havayı bıçak gibi keserken, elimdeki Zippo’nun titrek alevi karanlık yüzleri aydınlatıyordu. Kadının gözleri, yıllar önce beni çöpe atan o donuk bakışları taşıyordu. Öfkemi dindirmiyor, aksine daha da alevlendiriyordu. Babamın gözlerindeki korkuyu ise görmezden gelemiyordum. Yüzünden akan kan, onun titreyen bedeni kadar zavallıydı.
Fakat bir şey dikkatimi çekti. Babam pes etmiyordu. Direniyordu. Ağzındaki bezin ardından bir şeyler söylemeye çalışıyordu. O an içimde garip bir his belirdi. Şimdiye kadar hiç̧ durup dinlememiştim. Onu susturmak, her şeyi bitirmek çok kolaydı. Ama neyse ki kolay yolları sevmiyordum.
Yavaşça yanına yürüyüp ağzındaki bezi çektim. Babam derin bir nefes aldı, ardından çatlamış̧ dudakları arasından titrek bir sesle konuşmaya başladı.
“Annen… Psikolojik bir hastalık geçiriyordu. O gün seni bıraktı ama sonra… Sonra nereye bıraktığını bile hatırlayamadı.”
Sesi boğuk ve hüzün doluydu. Ne söyleyeceğini bilmiyor gibiydi ama devam etti.
“Çok aradım seni. Yıllarca… Ama hiçbir iz bulamadım. Yıllar sonra, yine beni sana getiren annen oldu. Neden şimdi? Neden bu kadar zaman sonra? Bilmiyorum.”
Babam derin bir nefes aldı, gözlerini bana dikti. İçinde hem mutluluk hem de büyük bir pişmanlık vardı.
“Ama bildiğim bir şey var.” dedi. “Balıkçıya düşmen bile bir şanstı. Şu an burada olmana seviniyorum. Ama içim yanıyor… Yıllarımız böyle geçtiği için…”
Sözleri beynimde yankılandı. İçimde fırtınalar kopuyordu. Yıllarca kayıp olan geçmişim birdenbire önüme serilmişti. Onca yıl yaşadığım öfke, nefret, içimde büyüttüğüm karanlık, şu an bu adamın gözlerindeki çaresizlikle yerle bir oluyordu.
O an elimdeki Zippo’ya baktım. Tetikte bekleyen o küçük alev, bunca yılın öfkesiyle birleşmeye hazırdı. Ama elim titredi. İçimde sönen öfke gibi Zippo’nun ateşini söndürdüm ve yere attım.
Dışarı çıktım. Derin bir nefes aldım. Gökyüzüne baktım. Yıllarca ne için savaştığımı düşündüm.
Ailemi buldum mu?
Biz bir aile olabilir miyiz?
Bu sorular beynimi kemirirken, henüz sokağın köşesine bile varmadan arkadan gelen çığlık sesleriyle irkildim. O an, içime korkunç bir his çöktü̈.
Geriye döndüğümde, çıktığım evin alevler içinde kaldığını gördüm.
Dizlerimin bağı çözüldü. O anda, içimde garip bir boşluk oluştu. Gözlerim büyüdü, nefesim sıkıştı. Alevlerin arasından yükselen duman, her şeyi içine çeken bir girdap gibiydi.
Evin içinde sadece birkaç dakika önce konuştuklarım vardı. Babam… Annem…
Aklıma ilk gelen şey, babamın ona doğru eğildiği andı. Ellerini çözmeye çalıştığını hayal ettim. Ama artık çok geçti.
Çünkü o an anladım.
Annem…
O yaptı.
Zippo’yu alıp ateşe verdi.
Her şeyi yakıp geçti.
Öylece durup, ateşlerin dansını izledim. İçimde öfke yoktu artık. Sadece… Derin, boğucu bir boşluk vardı. Alevlerin sıcaklığı yüzüme vururken, içimdeki bir parça daha küle dönüyordu.
Kendi adaletimi sağlamak için yola çıkmıştım. Ama şimdi… Adaletin hiçbir anlamı kalmamıştı.
Alevlerin sıcaklığı yüzüme vururken, içimdeki bir parça daha küle dönüyordu. Yanımdaki kaldırım taşına çömeldim, ellerimi başımın arasına aldım ve derin bir nefes çektim. Babamın son sözleri beynimde yankılanıyordu. “Yıllarca aradım seni…”
Gözlerimi yanan eve diktim. İçimde ne bir öfke kalmıştı ne de bir pişmanlık. Sadece koca bir boşluk… Annem… O, hayatımı değiştiren son hamleyi yapmıştı. O, beni hayatta bırakırken kendisini ve babamı ateşe vermişti. Bu onun kefareti miydi? Yoksa, geçmişin lanetini bir kez daha üzerime mi yüklemişti?
Yavaşça ayağa kalktım. Bacaklarım titriyordu ama düşmemek için kendimi zorladım. Sokak bomboştu. Kimse yangına aldırmıyordu. Kimse bu mahallenin lanetine bulaşmak istemiyordu belki de. Ama ben… Ben buraya ait değildim artık.
Arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Nereye gittiğimi bilmiyordum ama gitmem gerektiğini biliyordum. Ellerim cebimde, parmaklarım titrek bir şekilde o eski çakmağın soğuyan metalini kavradı. Bir zamanlar her şeyi yakıp kül etmek için kullanılan bu küçük nesne, artık sadece soğuk bir hatıraydı.
Gözlerim karanlık sokaklara alıştıkça, zihnim de yavaş yavaş netleşiyordu. Yıllarca intikam peşinde koşmuş, geçmişin hayaletleriyle savaşmıştım. Şimdi ise önümde sadece boş bir yol vardı. Ne yapacağımı bilmiyordum ama bir şeyden emindim:
Geçmişten kaçamazdım. Ama belki… Yeniden başlayabilirdim.
Adımlarımı hızlandırdım. Arkada bıraktığım alevler, karanlık sokağı aydınlatıyordu. Ama ben, ilk kez ışığa değil, karanlığa doğru yürüyordum.
Karanlığa doğru yürüyordum. Kendime doğru. Zira artık beni aydınlığa çıkarabilecek hiçbir şey kalmamıştı. Öfke duyduğum o aile yoktu. Annem… Yirmi sene önce nasıl yalnız bıraktıysa, yirmi sene sonra onları bulduğumda da yalnız bırakmıştı.
Tüm bunları düşünürken o kadar hızlı yürüyordum ki ne kadar süre geçtiğinin de geldiğim yerin de farkına varamamıştım. Kafamı yerden kaldırdığımda ihtiyarın beni ilk bulduğunu söylediği yere geldiğimi fark ettim. İçime dolan boşlukla çöp konteynerinin yanına gidip kaldırıma çöktüm ve öylece sokağa bakmaya başladım. Kaç sene burda böyle beklemiştim? Bilmiyordum. Yıllarca gelip beni almalarını, tekrar bir aile olmayı dilemiştim. Kimse gelmemişti. Hep yalnızdım ve artık biliyordum ki hep de yalnız kalacaktım. Hem, bu saatten sonra beni kim isterdi ki? Bir suçluyu, ilk cinayetini on yaşında işlemiş bir katili kim yanına alırdı da severdi? Bunca yıl bana bakan ihtiyar bile sevmemişti beni. Sadece menfaati için, pis işlerini yaptırmak için kullanıyordu beni. Ama artık yorulmuştum. Artık öfkemi besleyecek birileri bile yoktu. Bu yüzden biliyordum ki bir daha elimi kana bulamayacaktım. Yani… Umarım.
Ayağa kalkıp üstümdeki tozları elimle silkelemeye başladım. İçimdeki tozları da böyle çırpıp arınmak isterdim kirlerimden. Bu düşünce içimde bir şeylerin oynamasına sebep oldu o an. Başka bir şey düşünemedim. Tertemiz olmak istedim ancak bunca yıl sonra bu imkansız gibi bir şeydi. Hatta gibisi fazlaydı, imkansızdı. Ama en azından bundan sonraki hayatımı, tabii bundan sonra bir hayatım olursa, temiz geçirmeye çalışabilirdim. Bunun için çabalayabilirdim.
O an aklıma bir düşünce esti fırtına gibi. Olduğum yerde kalakaldım. Neden teslim olmuyorum? İşlediğim suçlardan bu kadar rahatsızsam neden cezasını çekmiyorum?
Telefonumu çıkarıp navigasyondan olduğum yere en yakın karakolun konumuna baktım. Beş dakikalık yürüme mesafesi…
Konuma bakarak karanlık sokakta yürümeye başladım ve gösterilen yola doğru ilerledim. Karakola varmama iki sokak varken olduğum yerin sol tarafındaki sokaktan bir çığlık sesi geldi. Kaşlarımı çatarak ne olduğunu anlamaya çalışırken bir kez daha çığlık duydum ve bir kadın “İmdat!” diye bağırdı. Düşünmeden sola saptım ve ilerledim. Sokağa girdiğimde adamın birinin genç bir kızı duvara yasladığını ve yüzüne doğru bir bıçak tuttuğunu fark ettim. Karanlıkta gözleri avına kilitlenmiş bir canavar gibi parlıyordu. Bir şey yapmalıydım, yoksa kız ölecekti!
“Hey!”
Bağırmamla adam bana döndü ve kaşlarını çattı. Kızla göz göze geldim sırada, halledeceğim dercesine hafifçe başımı salladım. Adama döndüm.
“Bırak onu!”
Adam dalga geçercesine güldü ve beni baştan ayağa süzerek, “Yerine seni alırsam neden olmasın, güzelim?” diye homurdandı. Çaktırmamaya çalışarak adımımı ileri attım, vücudum tetikteydi. Her kasım, her refleksim savaşmaya hazırdı.
“Bunu yaparsan pişman olursun,” dedim.
Kıkırdadı. “Sen mi engelleyeceksin beni?”
Bileği hafifçe kıvrıldı, bıçağı ışıkta dans ettirerek yaklaştı. Ondan gözümü ayırmadan bir açığını aradım. Bıçak tutuşu acemice değildi ama karşısındaki yanlış kişiydi.
Elindeki bıçağı üzerime savurdu. Anında geri çekildim ve kıl payı sıyrıldım. Sokağın sessizliği bıçağın havayı yırtan sesiyle bölündü. Tekrar ve bu kez daha hızlı savururken eğildim, sağa kaydım ve bileğini yakaladım. O bir anlık şaşkınlığını fırsat bilerek döndüm ve dirseğimi göğsüne geçirdim. Hırıltıyla sendeledi ama pes etmedi. Bir adım geri çekilip hızla tekrar üstüme geldi. Bıçağı göğsüme doğru savurdu.
Yan dönüp darbeyi savuşturduğumda elim hızla onun bileğine gitti. Sıkıca kavradım, bıçağı düşürmeye zorladım ama adam inatla tutuyordu. Dişlerini sıktı, gözleri öfkeyle parladı. Sol elimi kaldırıp çenesine sert bir yumruk indirdim.
Geriye sendeledi. Bu kez gerçekten sendeledi. Ama sonra bir kükreme koparıp tekrar üzerime atıldı. Bıçağın sivri ucu gözümün önünde parladı. Son anda elimle yönünü çevirdim ve o an her şey yavaşladı.
Bıçak, tam kalbinin altına saplandı.
Adamın gözleri büyüdü, dudakları aralandı ama ses çıkmadı. Elim hala bileğinde, sıcak kanın parmaklarımın arasından süzüldüğünü hissettim.
Girdiğim şokla geriye bir adım attım. Adam sendeledi. Yüzünde garip bir şaşkınlık vardı. Bir şeyler söylemek istedi ama sesi çıkmadı. Sonra dizleri üstüne düştü ve hareketsiz kaldı.
Ciğerlerimdeki nefesi serbest bıraktım. Ellerim titriyordu. Ona bakakaldım. Biraz önce beynim savaşırken şu anda sadece boşluk hissediyordum. Ben ne yaptım? Yine… Yine katil mi oldum?
Arkamdan bir hıçkırık sesi geldi. Kafamı çevirdim. Kız hâlâ oradaydı. Korku dolu gözlerle bana bakıyordu.
“İyi misin?” diye sordum, sesim titriyordu. Bir şey söylemedi ama başını hafifçe salladı. Gözlerimi tekrar adamın cansız bedenine çevirdim. Gecenin karanlığında, ay ışığının aydınlattığı yerde yatıyordu. Bir canavarı durdurmuştum. Ama kendimi asla iyi hissetmiyordum. Yıllardır işlediğim suçlardan sonra hiçbir şey gibi gelebilirdi bu durum, ancak tam vicdanımın sesini dinleyip teslim olacakken böyle bir şey yapmak… Ama nefs-i müdafaaydı! Bu gece bir hayat kurtardım. Ama birini de aldım.
Ve bunun ağırlığını omuzlarımda hissediyordum.
Tam pişman olmuşken, karakola teslim olmaya giderken yeniden bir suçun içine düşmüştüm. Hayat süprizlerle dolu, bir dakika ötesinde ne sırlar gizli, tahmin etmesi mümkün olmayan sırlar… Başıma bu gelenler film şeridi gibi zihnimde dolanırken, hayatını kurtardığım kızın sesiyle kendime geldim.
“Teşekkür ederim, beni ölümden kurtardınız.” dedi kız boğuk bir sesle.
“Kimdi bu adam, neden bıçağı boynunuza dayadı?” diye sordum merakla.
“Eski sevgilim, bir kaç ay önce ayrıldım ondan ama bir türlü kabullenemedi.” dedi, ama konuştukça yaşananların dehşetini kızın yüzünde görür gibi oluyordum. Kanlar içindeki ceset yerde yatarken yani böyle bir atmosferde bunları konuşmak kızı daha da yıpratacaktı. Bundan dolayı kızın bu kâbustan derhal çıkması gerekiyordu. Kafamda bir sürü soru vardı aslında ama kız bu haldeyken sorulmazdı elbet. Öncelikle oradan uzaklaşmamız gerekiyordu.
“Biri bizi görmeden, buradan gitmemiz gerek.” dedim ve olay yerinden hızlı adımlarla uzaklaştık. Bir kaç sokak ilerideki caddeye ulaştık, gecenin bu saatinde bile açık olan bir büfe vardı burada. Kıza yaşadığı şoku atması için büfeden su alıp verdim. Ve içmesini istedim, suyu yudumlarken daha da sakinleştiğini hissettim. Yakında bir park vardı, oraya gittik. Işıklarla süslenmiş bir havuza bakan banklardan birine oturduk, gecenin soğuğunda ve sessizliğinde ayrıca içine düştüğümüz bu durumun vahşetinin etkisiyle orada bir süre tek kelime etmeden bekledik. Parkta kimseler yoktu, sadece o ve ben… Gecenin sessizliğini bozan tek şey ise havuzdaki sudan gelen şırıl şırıl seslerdi… Sessizlik de çok şey öğretir insana, çok şey anlatır, bunları düşünerek bu anı bozmak istemedim ve öylece sessizliği dinledim. Sonra biraz zaman geçtikten sonra kız konuşmaya başladı.
“O… O, öldü mü?” dedi ürkerek.
“Evet, bıçağı kalbine sapladım, yaşaması imkânsız.” dedim, dakikalar önce yaşanan o yıkıcı gerçeklerin dilimden böyle kolay çıkmasına şaşırarak. İşlediğim suçların cezasını çekmek için adım atmışken, temiz bir sayfa açmak için teslim olacakken bu yaşananlar beni alt üst etmişti adeta. Adını bile bilmediğim bu güzel yüzlü masum kızla neden yollarımız kesişmişti ki? Neden ondan kopup gidemiyordum? Bir an önce güvende olmasını istiyordum. Karanlıklar içinde onu yalnız bırakamazdım. “Daha iyi misiniz, sizi evinize bırakayım, nerede oturuyorsunuz?” diye sordum.
“Evet, haklısınız. Eve gitsem iyi olacak. Ailem de merak etmiştir muhtemelen, sinemaya gitmiştik arkadaşlarla, beni caddede bırakmasını istedim arkadaşımdan, eve doğru giderken birden karşıma o çıktı ve beni sıkıştırdı. Elindeki bıçağın o soğuk yüzünü hala boğazımda hissediyorum. Allah’ım ne korkunç anlardı, siz zamanında gelmeseydiniz orada ölmüş olabilirdim. Yeniden teşekkür ederim hayatımı kurtardığınız için. Peki şimdi ne olacak benim yüzümden katil oldunuz?”
“Katil olmak” ilk defa bu kadar yüzüme vurulmuştu ve bu sefer bir şahidim de vardı. Ama bu, ceza almayacağım bir olaydı. Nefsi müdafaa sayılacaktı ve ceza almayacaktım. Korkulacak bir şey yoktu fakat içim kıpır kıpırdı. Çünkü bu olayın kadersel bir işaret olduğunu hissettim. Tam karakola teslim olmaya giderken yaşadığım bu olay bana “teslim olma” der gibiydi. “Teslim olma, insanların sana ihtiyacı var. Adalet için birilerinin fedakarlık yapması gerek. Bunca yıl işlediğin suçları böyle telafi edebilirsin. Hayatını, masumları kurtarmaya; suçluları cezalandırmaya ada ve bu yüzden sakın teslim olma!” dedi bana içimden bir ses. Adeta ben, bana ilham kaynağı olmuştum. Polise teslim olmaktan vazgeçtim. Derken o an kızın sesiyle irkilip dünyaya yeniden iniş yaptım.
“Katil oldunuz diyorum. Şimdi ne olacak? Adam orada öldü kaldı, izler duruyor. Benim yüzümden, benim yüzümden…”
“Lütfen sakin olun ve ağlamayın. Bakın bu bir cinayet değil. Kendi canımızı muhafaza ettik. Bu yüzden suçlu değiliz. Bakın beni dinleyin, teslim olamayacağız.”
“Ne! Ne demek teslim olmayacağız. Madem suçlu sayılmayacağız, gidip adımızı temize çıkarmamız lazım.”
Kız, hiç suçu olmayan biri için oldukça haklıydı. Fakat benim bir suç makinesi olduğumu bilmiyordu. Ona bu durumu anlatmam şart olmuştu. Yoksa kendi gidip karakola teslim olacak, ikimizin başını da yakacaktı. Ayrıca bu kızda, kimsede görmediğim bir cesaret vardı. Bu olayı bir başkası yaşasaydı ya şoka girip konuşamayacak ya da telaştan sağa sola savrulacaktı. Bu kız bu olayı çok güzel yumuşatmıştı. Ona hikâyemi anlatabilecek bir güven verdi bana. Zaten bundan başka çarem de kalmamıştı. Hikâyemin başlangıç noktası olan o köşeden başladım anlatmaya.
Tüm hayatımı dinlediğinde donup kalmıştı genç kız. Bir süre hiçbir şey söylemedikten sonra kendini toparlayıp konuştu. “Sen, sen bunca şeyi yaşadın ve aklını yitirmedin. Bununla da kalmayıp gelip benim hayatımı kurtardın öyle mi? Neredeyse yaşıt sayılırız ve sen tüm bunları sakince karşılayabilecek bir olgunluktasın öyle mi?”
“Evet, işte bu yüzden ben teslim olamam. Anladın mı beni?”
“Anladım ama bunların dışında bir şey daha anladım. Sen benim hayatıma boşuna girmedin. Hayatımdaki kocaman boşluğun sahibi sensin. Sen artık benim en yakınımsın. Belki şimdi ne demek istediğimi anlamıyorsun ama sen de beni tanıdıkça ve hikâyemi öğrendikçe ne demek istediğimi anlayacaksın. Orada boşuna denk gelmedik, sen beni öylesine kurtarmadın. Ben şimdi gidip teslim olacağım ve seni kurtaracağım. Tabii kendimi de… Merak etme, bu olay bittiğinde gerçekten tanışacağız.”
“Bu olay bittiğinde gerçekten tanışacağız.” Binlerce kez yankılandı bu cümle zihnimde. O sesin ağırlığıyla uyandım, gözlerimi açtığımda yüzüme vuran solgun kış güneşi ve karşımdaki meczup görünümlü ihtiyarla göz göze geldim. Kucağımda ise usulca kıvrılmış bir kedi…
Delirmiş olabilir miydim? Burası neresiydi?
Bir anda yerimden fırladım, sağa sola koşuşturdum, zihnimdeki sis perdesini aralamaya çalıştım. Dünü hatırlamak istedim. Ne yapmıştım? Nasıl buraya gelmiştim? Ama tüm uğraşlarıma rağmen aklımda tek bir şey yankılanıyordu: “Bu olay bittiğinde gerçekten tanışacağız.”
Çaresizce kaldırıma çöktüm, ellerimi başımın arasına alıp düşünmeye başladım. Yangın… Cinayet… Ve o kız… En çok da onu düşündüm.
Saatler geçti mi, yoksa sadece birkaç dakika mıydı, bilmiyorum. Başımı kaldırdığımda meczup hâlâ oradaydı ve bana öyle bir bakıyordu ki… Şaşkına döndüm. Hayatım boyunca kimse bana böyle sevgiyle bakmamıştı. Ama bilseydi… Benim gibi bir caninin neler yaptığını bilseydi, asla böyle bakmazdı.
Sessizliği onun tok sesi bozdu:
“Bilmediğini nereden çıkardın?”
Donup kaldım. Ne? Nasıl?
Afallamış hâlimi görünce kahkahalarla güldü.
“Ne bakıyorsun öyle, şaşkın ördek gibi? Dün sana hakikatten sunulmuş bir rüya idi. Hadi, kalk! Gidiyoruz.”
Tereddüt ettim. Oysa sormam gereken çok şey vardı. Ama bir yanım, cevabın çoktan içimde olduğunu fısıldıyordu. Hakikat, peçesini ancak ona hazır olanlara açardı. Belki de yol, hakikatin kendisiydi.
Ve ben… İlk kez gerçekten yürümeye başlıyordum.
İhtiyar, derin bir nefes aldı ve bana bir bilmece gibi baktı. O an, gözlerinin içinde akıp giden bir zaman gördüm sanki. Bir an için, onun burada olmaması gerektiğini düşündüm. Belki de ben burada olmamalıydım.
Bana doğru eğildi, sesi fısıltıya yakın ama taşıdığı anlamla ağırdı:
“Kendi gölgene bıçak sapladığında, acıyan kim olur?”
Kelimeler zihnimde yankılandı. Ne demek istiyordu?
Kaşlarımı çattım, itiraz etmek istedim, ama içimde bir şey durmamı söyledi. Meczup, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessümle devam etti:
“O kız… Gözlerinde gördüğün o derin tanışıklık… Onun sebebi kanın, evlat. Tanıyamadın mı? Annenin gençliğiydi.”
Dünya başıma yıkıldı. İçimde bir şeyler yerle bir oldu. Nefes alamadım. Kalbim, kaburgalarımı kıracakmış gibi atıyordu. “Hayır.” dedim, boğazım kurumuştu. “Hayır, bu saçmalık!”
İhtiyar, sanki zamanın dışından gelen bir varlık gibi dimdik duruyordu. Üstümde gezinen bakışlarında bir merhamet vardı. Ama bu merhamet, beni avutmak için değil, hakikatin soğuk tokadına hazırlamak içindi.
“Ve o adam…” diye devam etti. “Senin ellerinle öldürdüğün o adam… O, senin babandı.”
Tüm dünya sessizleşti. Bir anda bedenimden çekildim, bir boşluğa düşer gibi oldum. Kendi içime çöküyordum.
“Bunu… Bunu neden yapayım?” diye fısıldadım.
Meczup, elini uzattı. Sıcak ve gerçekti. Teni buradaydı ama sesi, sanki başka bir âlemden geliyordu.
“Evlat… Hatırlamaya hazır değilsen, hakikatin kapısı yüzüne kapanır.”
Dizlerimin bağı çözüldü. Gözlerim karardı. Kendi içimdeki bir çığlığın içinde kayboluyordum.
Son duyduğum şey, meczubun yankılanan sesi oldu:
“Dün sana hakikatten sunulmuş bir rüya idi. Bu olay bittiğinde gerçekten tanışacağız.”
Olay bitmişti ve biz tanışmıştık. Öldürdüğümü sandığım anne ve babamı aslında içimde öldürmüştüm. Bunca yaşanan olay beni gerçekten tımarhane odalarına götürmüştü. Doktorlar, ağır bir şizofren vakası olduğumu söylüyor. Ama ben sadece zihnimde bir dünya kurmuştum. Gördüğüm ihtiyar, beni kurtarmasını beklediğim kişiyi oluşturmuştu. Doktorlar onun aslında var olmadığını söylese de bana huzur veriyor. Onca kalabalık içinde yalnızca o kaldı yanımda.
Doktorlar bunun iyileşmeye işaret olduğunu söylüyorlar. Ama ben artık gerçeği ve hayali ayırt edemiyorum. Beyaz duvarlarla çevrili bir odadayım, ama bazen kendimi ormanda dolaşırken, bazen sokaklarda yürürken görüyorum. Hatta bazen adalet için katil oluyorum. Bu bana tuhaf bir huzur veriyor, ama aynı zamanda kirlenmiş hissediyorum. Sonrasında ne kadar yıkansam da temizlenemiyorum.
Kübra doktorun odaya girmesiyle hayallerim gözümün önünden siliniyor. Çok merhametli ve sevgi dolu bir kadın Kübra doktor… Beni önemseyen tek kişi. Onda sihir var sanki… Hiç yanımdan ayrılmayan ihtiyar bile o geldiğinde kayboluyor. Kübra doktorun bana sarılması, saçlarımı okşayıp öpmesi içimde bir şeyleri iyileştiriyor. Annemlerle olan düşmanlığımın eridiğini hissediyorum. Ama her gelişi beni aynı zamanda korkutuyor. Çünkü o iğne… Gerçekten çok acıtıyor.
“Merhaba Serap, bugün nasılsın?”
“İyiyim ama iğne yok, değil mi Kübra doktor?”
Kübra doktor hafifçe gülümseyerek,
“Yok Serap, bugün iğne günün değil. Biliyorsun, ayda bir yapılıyor.”
“Evet ama… Ayda birin ne zaman olduğunu bilmiyorum ki.”
Kübra doktor saçlarımı merhametle okşayıp avuçlarının içine aldı ve,
“Korkma, ben sadece seni kontrol etmeye ve biraz dışarı çıkarmak için geldim. Ne dersin, bahçeye çıkalım mı?”
İçime serin sular serpildi. Burada iğne olmayan ve bahçeye çıktığım her gün benim için bayram. Ama dışardaki bayramlar gibi değil… Orada bayram, aileyle, akrabalarla, dostlarla kutlanır. Burada ise tek ailemiz; odamız, doktorumuz, bahçemiz ve güzel rüyalarımız.
Bazen ter içinde, çığlıklarla uyandığım kâbuslarım da oluyor. Ama Kübra doktorun o yumuşak sesi, “Sakin ol, bir şey yok” deyişiyle kendime geldiğim kaç gece oldu, hatırlamıyorum. O kadar karmaşık duygular içindeyim ki, bazen her şeyden korkuyorum. Doktorlarım bunun iyi bir şey olduğunu söylüyor. Farkındalığım arttığını, çevremdekilerin gerçek mi diye sorgulamamdan anladıklarını söylüyor. Halbuki ben onların doktor olduğundan bile emin değilim. Tek gerçeğim var o da ihtiyar.
İhtiyarın belli belirsiz yüzünü hatırlamaya çalışıyordum, hakikatin önünde duran sis perdesi gözlerimi alıyordu. Yatağımın soğuk demirlerine temas ederken parmaklarım, etrafı inceliyordum. Loş ışığın altında beyaz duvarlar çarpıyordu gözüme. Üzerine sürülen boyanın eğreti durduğu, boydan boya çatlaklar vardı bir depremin izlerini taşırcasına. Kendimdeki çatlakları düşünüyordum. Ruhumda açılan derin oyukları… Kalbimin yıkılışına sebep olan zelzelelerin gürültüsünü susturmaya çalışıyordum etrafı incelerken.
Kaç ay oldu bilmiyorum, buraya geleli kaç ay oldu? Yıl olmuştur belki, bu lanet olası soğuk duvarlar arasında zamanı hesaplayamıyordum. İyileştiğimi söylüyordu doktorlar, toparlandığımı… Ama ben içimdeki katilin beynimi kemiren düşüncelerini susturamıyordum. Serap mı adım, Ece mi, Melike mi? Kim olduğum düşüncesi harap ediyordu ayyuka çıkmış duygularımı.
Tam o esnada kapı gıcırdadı kulaklarımı tırmalarcasına. Biri yaklaşıyordu bana doğru, saçlarını at kuyruğu yapmış beyaz önlüklü bir hemşire. Yutmam için ellerindeki ilaçları uzattı. Bir, iki, üç, dört, beş… Tam beş tane mavi renge çalan hap gördüm avuçlarının arasında. Oysa ben hasta değildim, ilaca ihtiyacım yok. Beş tane ilaca hiç ihtiyacım yoktu. Yine de karşı çıkmadan yuttum hızlıca, seri olmazsam duvarlara fırlatırım diye korkuyordum.
Birden uyandım, ne ara uyuduğumu bilmediğim bir an yemek saatini haber veren annemin sesiyle ürperdim. Kızıl saçlarını arkadan toplamış, mutfak önlüğüyle karşımda duruyordu annem. “Haydi ama ne çok uyudun, yemek hazır” diye söylenmeye başladı başucumda. Yavaşça toparlandım, yatağın sıcaklığı beni içine çekerken yemeklerin kokusu cezbedici geldi. Ellerimi ve yüzümü yıkayıp masaya doğru yürüdüm. Tabağa özenle konulmuş pırasanın ekşiliği burnuma doldu. Tuzluğun tıkanmış delikleri kalbimdeki oyukları çağrıştırıyordu.
Düşünmek canımı acıtıyordu. Zihnimde bulunan ihtiyar tasavvurları birbirine karışıyordu. İhtiyar, ihtiyar balıkçı… Beni hakikate çağıran ihtiyar ile bir çöp gibi oradan oraya savuran ihtiyar balıkçı aynı mı? İçimdeki sesleri susturmak istercesine tuzu pırasanın içine bocaladım. Olur da belki acımı alır diye.
Bu esnada mesai saatini hatırladım. Saat 20.00’de iş başı yapmam gerekiyordu. Kapıda duran spor ayakkabılarımı giyip çıktım evden. Yürüyordum sokak lambalarının loş ışığı altında. Yanımdan sarmaş dolaş bir çift geçerken tebessüm ettim. Bir zamanlar deli dolu sevildiğim günleri düşündüm, belki de öyle zannettiğim.
Ayağıma takılan kaldırım taşıyla irkiliverdim. İçimden belediyeye olumlu olumsuz methiyeler dizdim. Çok mu zor şuradaki taşı adam akıllı yapmak?
İş yerime yaklaştıkça yanımdan kör kütük sarhoş olmuş gençler geçiyordu. Farkında değiller ama leş gibi kokuyorlar, burun kıvırdım. Tam şu sokağı geçtim mi iş yerime gideceğim. Belki de istifa ederim kim bilir. Ben sadece düşünmeyi bilirim çalışmayı değil.
Sokağın başında duran kahverengi binayı geçmek üzereyken birden geriye doğru şiddetle savruldum, ne olduğunu anlayamadan ağzımı kapatan ellerin soğukluğuyla irkildim. Bir çift kahverengi gözle bakışıyordum. Tanıdık ama yabancı, yakın ama bir o kadar uzak gözler…
Tanıdık parfüm kokusu burnuma doluyor, aşina olduğum parmaklar kollarımda geziniyordu. Yüzü yüzüme yaklaştıkça içimde zelzeleler kopuyordu. Aytunç, henüz yeni tıraş olmuş yanaklarını yüzüme değdiriyordu, tıraş köpüğünün keskin kokusu henüz geçmemiş. Dudaklarını kulaklarıma doğru yavaşça eğerek “seni özledim” dedi fısıltıyla.
Seni özledim… Aylardır sabırla beklediğim iki kelime. Gözlerine bakarak boynuna sarıldım. Hollanda’ya gittiğinden beri tam sekiz ay oldu. Hayır hayır bugün günlerden ne? Pazartesi. Tam sekiz ay, on iki gün olmuş. Tam sekiz ay on iki gün önce bizzat yolcu etmiştim onu dış hatlardan.
Ellerim boynunu iyice sararken “deli kız boğulacağım” diyerek öksürmeye başladı. Kendime geldim, sertleşmiş ellerimi yavaşça gevşettim. Bir adım geri çekilerek vücuduna, ellerine, yüzüne ve ardından gözlerine baktım. Biraz kilo vermiş ama çoğunlukla aynı. “Sen beni özlemedin mi?” dedi dudaklarını hafifçe bükerek.
Cevap vermek istiyordum, deli gibi özlediğimi, aylarca yolunu gözlediğimi söylemek istiyordum ama içimdeki kız çocuğunun aksi suratını güldüremiyordum. “Aylarca bekledim seni” dedim. “Aylarca beni aramanı, mesajlarıma dönmeni, hâlâ bana deli gibi aşık olduğunu söylemeni istedim”
Durdu, bana bir adım yaklaştı. Yaklaşmasın istiyordum, kokusu burnuma doldukça içimde hesap soran o hırçın kadını yerle bir etmesinden korkuyordum. “Haklısın ama bilmediğin şeyler var, inan bana bilmediğin çok şey var. Oturup konuşsak bir yerlerde sana her şeyi anlatabilirim ama şuan sadece seni çok özledim” dedi kollarıyla beni sımsıkı sararken.
Birkaç dakika öylece kalırken “imdat” diye bağıran bir sesle irkildim. Acı çeken bir çığlık sesi kulaklarıma doldu. “Neler oluyor?” diyerek etrafıma bakındım. Aytunç, ileriye doğru atılarak beni arkasına aldı. Çığlık sesi yükselmeye başladı. “Öldürecekler, kadını öldürecekler, Aytunç lütfen, lütfen bir şey yap” diye bağırmaya başladım. Benden uzaklaşarak arka sokağa saptı. Bekledim. Olduğum yerde hiçbir şey yapmadan bekledim. Sesler kesildi ama Aytunç gelmedi.
İçimde nükseden o korkunç hissi bastırarak ilerledim. Sokak lambasının loş ışığı gözlerimi alıyordu. Tam o esnada önümde duran iki karartıyı fark ettim, iki karartı ve parlak bir ışık…
Sokak lambasının ışığı ucu sivri bıçağı aydınlatıyordu. Aytunç, yere yığılmış ve çaresizce debeleniyordu. Bu sahne karşısında dizlerimin bağı çözüldü, konuşmak bir yük gibi dilimi çökertti. Belli belirsiz bir sesle “Bırak onu” diye bağırdım karanlığa doğru. Gölge, aniden bana dönerek birkaç adım ilerledi. Dalga geçercesine güldü ve beni baştan ayağa süzerek, “Yerine seni alırsam neden olmasın, güzelim?” diye homurdanıverdi. Loş ışığın altında belli belirsiz suratına bakıyordum. Beynimde çakan şimşeklerin ışığı gözlerimi alıyordu. Bu yüz, bu gözler, bu tanıdık eller… İhtiyar, ihtiyar balıkçı, babam…
İhtiyar bana doğru ilerledi, kaçmak istedim ama ayaklarımdaki hareketsizlik buna mani oluyordu. Adam bana doğru yaklaşıyor, yaklaştıkça devleşiyor, devleştikçe çirkinleşiyor, çirkinleştikçe babam oluyordu.
Artık yerdeydim. Tanıdık bir koku hissettim, bu koku beni alıp ilkokul yıllarıma götürdü.
Günlerden pazartesi, neşeyle okuldan çıkıp babamın iş yerine doğru yürüyordum. İş yeriyle okul arasında 10 dakika var. Bugün babamın doğum günü, ona sürpriz yapmak istiyordum. Harçlıklarımla aldığım hediye kutusuna bakıp tebessüm ettim. Kuşların cıvıltısı içimi aydınlatıyor, “onların babasının da doğum günü mü bugün?” diye düşünüyordum ağzımdaki şarkıyı mırıldanırken.
“Bir küçücük aslancık varmış, kırlarda koşar, koşar oynarmış, babası onu çok çok severmiş, babası onu çok çok severmiş…” Nihayet balıkçıya yaklaştım. Tabelayı gururla okudum “Serap Balıkçısı”.
Şımardım, şımardıkça kahkahalar attım. Merdivenleri hızlıca çıkıp kapıyı açtım. Hafta sonu olmasına rağmen etrafta hiç müşteri yok, tuhaf gelse de umursamadım.
Mutfağa doğru yöneldim, karşılıklı bağrışan tanıdık sesler duyuyordum. Yaklaştıkça sesler yükseliyordu. Bir bardağın yere düşerken çıkarttığı o korkunç sesle irkildim. Aralık kapının ardından baktım, “Başka bir kadın var öyle mi? Beş senedir başka bir kadın var, senin kızın 10 yaşında Semih, senin 10 yaşında kızın var!” diyen annemin sözleriyle ürperdim.
İlerleyemiyordum, başka bir kadın mı var? Kim bu başka kadın ve annem neden ondan bahsederken nefretle söyleniyor?
“Yemin ederim hataydı, hataydı, bir daha asla tekrar etmeyeceğim Seda, yalvarırım sakinleş!” diye karşılık verdi babam.
“Sakinleşmek mi? Sakinleşeceğim öyle mi?” diyen annem gördüğü ilk sürahiyi duvarlara fırlattı. Etraf cam kırıklarıyla doldu.
“İki yaşında kızın varmış Semih? Sen bize bunu nasıl yaparsın?” diye bağıran annemin sözleri mideme bir yumruk gibi oturuyor. Kasıldım. Zihnimde yer alan babam ufalanıyor, parçalanıyor, az önceki sürahinin cam parçaları gibi etrafa dağılıyordu.
Bir hışımla kapıya yönelen annemle göz göze geldim. “Serap? Sen, sen neden okulda değilsin?” diyerek bir cinayete tanıklık etmişçesine büyüyen gözleriyle yüzüme bakıyordu. Babam, olduğu yerde sıçradı. Çökmüş omuzlarıyla bana doğru yöneldi.
Koşuyordum, koştukça midem kasılıyor, yerimi ve yönümü bilmeden koşuyordum. Arkamdan hızlıca gelen adamın ayak seslerini bastırmak istercesine koşuyordum. Merdivenleri hızlıca inerken ters dönen ayaklarımla birlikte yere kapaklandım. Kafamdan yüzüme doğru akan sıcaklığı hissettim ve o kokuyu…Çürümüş meyveye benzeyen o iğreti kokunun ağırlığıyla gözlerimi kapattım. Kan, düştüğüm yerde ufak bir birikinti oluşturuyordu.
İlkokul yıllarımdaki o kokuyu yeniden alıyordum, o çürümüş meyve kokusu burnuma doluyordu. Ellerimle karnımı yokladım. Karnımdan bacaklarıma doğru akan sıcaklık altımdaki taşlarla bütünleşiyordu. İhtiyar, elinde duran sivri bıçağı durmadan mideme saplıyordu. Yer ayaklarımın altından çekiliyor, düşüyordum.
Aytunç’un canlı cansız bedeniyle aramda sadece birkaç adım var, ellerimi uzattım, ellerimi uzattım dokunmak istercesine. Birkaç adım uzuyor, uzuyor, kilometreler oluşuyordu.
10 yaşıma döndüm, minik bedenime ağırlık yapan meyve bıçağını usulca tutuyordum. Küçük adımlarla yaklaştım, kalbiyle midesi arasındaki boşluğa şiddetle sapladım bıçağı. İhtiyar acı bir çığlıkla uyanıyor, yüzüme tiksinircesine bakıyor, bir adım savrularak yavaşça yere düşüyordu. İlk kez birini öldürüyordum. İhtiyar, balıkçı, babam… On yaşımda ilk cinayetimi işledim, babamı göğsümün en ücra köşesine gömdüm.
Boşandıktan sonra eski annemi bulamadım, yaşayan bir ölüyle senelerimi geçirdim. Annem içindeki alevle geziniyordu sokaklarda, ona yaklaşan her şeyi tutuşturuyordu. Önce babamı, sonra beni yakıyordu.
Keskin kan kokusu beni kendime getirdi. Yıllarca içimde sakladığım ölülerle dolaşıyordum.
Bir pazartesi sabahı, neşeyle gülümseyen gözlerle karşılaştığım o an ilk kez teslim olmak istedim. İlk kez öldürmek değil, içimdeki tüm mezar taşlarını yıkıp atmak istedim. Aytunç, yana yatırdığı saçlarıyla okulun bahçesinden içeri giriyor, ellerim karıncalanmaya başlıyor, ayaklarım olduğu yere çakılıyordu. Ona bakıyorum, ona bakıyorum ve o bana çoktan bakmış oluyordu.
Bu koku, bu keskin kan kokusu beni yeniden kendime getirdi. Etrafta kimseler yok, sadece kan, ben ve o… İlk kez öldürmek değil yaşatmak istedim.
Kübra doktor rüyasında sayıklayan hastayı izleyerek yeni gelen meslektaşına durumu anlatıyordu. “Adı Serap, üç ay oldu buraya geleli. Karnında, kollarında ve bacaklarında olmak üzere altı yerden bıçaklanmıştı. Kendisiyle birlikte erkek arkadaşı da yanındaydı ama o kadar çok kan kaybetti ki kurtaramadık.” Durdu ve iç çekti, “Yürüyemiyor, erkek arkadaşının ölümünü kabullenemiyor, iğnelerle acısını azaltmaya çalışıyoruz ama hep hüzünlü, gözlerinde anlamlandıramadığım bir hüzün var. Önümüzdeki hafta fizik tedaviye başlayacağız, pek umutlu değilim ama umarım bir faydası olur.” dedi yürüyerek ilerken.
“Kendime bir kahve alacağım sende ister misin?” diye sordu yanında bulunan meslektaşına. Kahvesini alırken devam etti sözlerine “Ama en acısı ne biliyor musun Derya? Onu bu hale getirenler hâlâ bulunamadı ve hâlâ sokaklarda başka insanların hayatlarıyla oynuyorlar.”
İki doktor koridorun sonunda kahvelerini yudumlarken kumral saçları yatağından sarkan hastanın yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluştu. Yatağında hareket ederek yan döndü. Elleri aradığı mânâyı bulmuşçasına boşluğa uzandı. O esnada dudaklarından birkaç kelime döküldü
“Ben de, ben de seni özledim…”
NOT: BU HİKAYE KOR DERGİ YAZARLARI TARAFINDAN ORTAKLAŞA YAZILMIŞTIR.
KATILIMCILAR: