SOLUCAN MUHABBETİ
-Bak, dedi. Ne görüyorsun?
-Toprakta güçlükle ilerlemeye çalışan bir solucan görüyorum. Bir de toprağın oldukça kirli olduğunu görüyorum, taşlar yapraklar hep birbirine karışmış.
İkimiz yere çömelmiş, toprağa bakıyor ve bir şeyler tartışıyorduk. Aslında tartışmıyorduk, sadece vakit geçirmeye çalışıyorduk. Akşam yemeğine çok vardı ve vakit hayli yavaş ilerliyordu.
-Yanlış.
-Yanlış olan ne, apaçık değil mi? Solucan ve toprak, ya da sadece toprak ve diğer şeyler.
-Apaçık olan senin gördüğünü değil, düşündüğünü söylemen. Evet, orada bir solucan ve toprak var. Baktığın yerde. Ancak sen bakmadığın yerde bir şey gördüğünü iddia ettin.
Anlamamıştım ve kafam karışmıştı. Topraklı parmaklarımı saçıma değdirmemeye çalışarak kafamı kaşıdım.
-Şöyle anlatayım, sen solucanı gördün. Zahirde gördüğün bu kadar. Ancak güçlükle ilerlemeye çalışan bir solucan gördüğünü zannettin. Batında o solucan pekâlâ kendi boyutlarında bir solucan için kolaylıkla ilerliyor ve hatta ilerlemiyor, geri gidiyor, olduğu yerde dolanıyor olamaz mı? Hem toprak epey kirli dedin, o birbirine karışan taşlar ve yapraklar toprak için pislik değil, rahmettir. Şimdi anladın mı yanlış olan ne imiş?
-Her neyse, seninle yanlış nedir doğru nedir konulu felsefi tartışmalara girmeyeceğim. Hem sen açken hep böyle oluyorsun, biraz sinirli, biraz da düşünceli.
-İşte açlık böyl-
-Aman başlama yine. Bırakalım böyle derin konuları, iyice karnım acıkıyor benim.
Deyip ayağa kalktım. Ellerimi ve pantolonumu silkeledim. Ayakkabılarımda epey kirlenmişti ancak onlar için şimdilik yapacak bir şey yoktu.
Eğilip yerdeki solucanı aldım ve az önce yaptığım çamurdan sarayın en tepesine koydum. Yargılamadan infaz ettiğim solucan, belki böyle affederdi beni.