KARTPOSTAL
Yarım saatim vardı çamaşırları toplamak, kitaplarımı rafa yerleştirmek, tezgâhta duran kirli tabakları makineye yerleştirmek için sonrasında ise valizimi toplamam gerekiyordu. Bütün bunları yaptıktan sonra bir yorgunluk kahvesi içmeye fırsatım olur muydu acaba ya da o arada bekleyen maillerimi mi okusaydım? Karar veremiyordum, zihnim bir işi bitirmeden diğerine atılıyordu ama ben buna rağmen yetişemiyordum hiçbir şeye. Hani akrep ben oynamıyorum artık dese bile yetişemeyeceğimi düşünüyordum. Neyse düşünmek yavaşlatıyor insanı, durmamalıydım.
Niye durmamalıydım sorusuna verecek bir cevabım vardı her seferinde. Yetişmem gereken bir uçak vardı, kaçırdığım bir hayatı unutmuş olsam da. Yurt dışında bir okuldan teklif almıştım, kariyerim için. Eğitim bittikten sonra da kendi şirketlerinde çalışma imkânı sunuyorlardı. Karar aşamasında çok zorlanmadım. Beni burada tutan herhangi bir sebep kalmamıştı çünkü. En çok kendimi yitirmiştim zamanın durmak bilmeyen çarkları arasında. “Tebdili mekânda ferahlık vardır.” der eskiler, benim de aradığım o fırsat, ferahlığı bulma umudu kapıma kadar gelmişti. Hâl böyleyken kalmak kimin umurundaydı? Gitmek istiyordum sadece gitmek. İyi veya kötü ne olacağını düşlemeden, bir sonraki adımın hesabını yapmadan bu akışın bir parçası olmak istiyordum. Anlamsız bir parça bile olsa. Düşünürken gözüm saate kaldı, hadi ben uçağa yetişecektim de bu akreple yelkovanın derdi neydi, hangi yolun yolcusuydular, ne içindi bu acele? Ben soruları sormaya devam ederken olsun dursalardı. Düşünmeli miydi yoksa yaşamalı mı? İkisini de yapmaya çalışırken muhakkak ihmal ediyordum birini. Alelacele kalktım sonra, diğer odaya geçerken ayak serçe parmağımı kapıya çarptım. Dedim ya ihmal ediyordum, yaşam takılmıştı ayağıma. Şaşkınlık hiç peşimi bırakmazdı zaten. Offf! Kendi kendime sızlanırken bir taraftan da kapıya söyleniyordum “Gidiyorum işte, ne istiyorsun benden?” diye. Bu huyumu annemden almış olmalıyım, o da böyle bir şey yaparken yanında biri varmışçasına eşyalarla konuşurdu. Her zaman kızmazdı tabi, benden daha şefkatliydi. Dağa, taşa bile saygısını yitirmemişti, yaptığı her işte bir incelik, attığı her adımda bir nahiflik vardı sanki. Öyle ya, yattığı yeri de çiçeklendirmişti haftasına varmadan. Sarılmak gelse de içimden bunun imkânsız olduğunu biliyordum. Yatağımın başucunda duran resmini alıp öpüyordum geceleri, saatlerce konuşuyordum ama eksilmiyordu içimdeki hasret. Gitmek istememin en büyük nedenlerinden biriydi belki de annemi kaybetmek. Anılarını yaşatamıyordum çünkü içimde, bu evin içindeki hayali mutluluk vermiyordu bana. İşe yarar bir çözüm müydü gitmek bundan emin değildim ama yeni bir başlangıç yapabileceğime inanıyordum ya da bu kaçışa bir kılıf buluyordum kendimce. Düşüne düşüne de olsa işlerimi tahmin ettiğimden çok daha kısa bir sürede bitirdim. Kitaplarım kalmıştı bir tek, burada tozlu rafların arasında bırakmak hiç içime sinmiyordu ama anılarımı bile bırakmayı göze almıştım. Ben gittikten sonra bir sessizlik kuyusunda boğulurlar mıydı anılarım? Yoksa zihnimin boş kalan kısımlarına birer birer yerleşirler miydi yine? Bu bana bağlıydı. Anılarıma sadakatsiz değildim ama vefasızlığı layık görmüştüm. Hiç yaşanmamış gibi unutmak istiyordum. Gözümün önünde sallanan bir sarkaçtan farksızdılar çünkü ve engel oluyorlardı yaşamıma. Güneşimin önünden çekilmiyorlardı. Daha fazla dalıp gitmeden kitaplarımı yerleştirmem gerektiğini anımsadım. Üst üste yığılmış kitaplarımın tek tek tozunu alıp sayfalarındaki yaşanmışlıkları içime çektikten sonra yerlerine koymaya başladım. Bir iki derken bitti, son bir kitap kalmıştı. Arka kapağından hangi kitap olduğunu anlayamadım. Elime alıp çevirdiğimde içimdeki o eski ama bir o kadar tanıdık sızıya engel olamadım. İki Şiirin Arasında, Ankara’da bir kitapçıdan birlikte almıştık bu kitabı. Sayfalarına tek tek dokunsam gidebilir miydim o zamana? Yitirdiğim huzurun kokusunu alabilir miydim bir nebze de olsa? Ben böyle dokunmaya çalışırken o ana bir kartpostal çıktı kitabın arasından.
Kartpostalın arkasına yazdığı notu hatırlıyordum, nasıl unutulurdu ki? Gitmeyi bu kadar çok istediğim bir vakitte neden çıkmıştı ki sanki karşıma? Neden gitme isteğimi sorgulatıyordu o notta yazanlar?
Şimdiye kadar bir kez bile tereddüt yaşamayan ben şimdi niye donup kalıyordum iki satır yazı karşısında? “Huzur diye peşinden koştuğumuz varmak istediğimiz miydi yoksa yitirmek istemediğimiz mi?” Yitirmediğim ne kalmıştı sahi beni tereddütlerle baş başa bırakacak? Yok muydu bu sorunun bir cevabı? Bir ses, bir nefes, bir fısıltı…