SESSİZLİĞİN YANKISI – 5. BÖLÜM “ZİNCİRİN SON HALKASI”

Anahtar, parmaklarımda ağırlaşıyordu. Sanki metal değil de geçmişin günahlarından dövülmüş bir mühür taşıyordum. Kilide yaklaştığımda, çevremdeki hava büküldü. Gerçeklik titredi. Fısıltılar artık dilin ötesindeydi. Onlar birer emir, birer yargı gibi zihnime kazınıyordu.
“Seçimini yap.”
Kapının üzerindeki semboller parlamaya başladı. Her biri bir hatırayı temsil ediyordu: Bir bebek ağlaması, bir haykırış, bir öpücük, bir lanet… Elimi kaldırdım. Ama tam o anda, arkamda bir ses duyuldu. Fısıltı değil; net, tanıdık bir ses:
“Yapma. Bu kapı sadece açılmaz. O kapı seni de yutar.”
Döndüm. Karşımda kendi yüzüm vardı. Ama bu ben değildim, geçmişin bir yankısıydı. Belki de ilk “ben.” Ritüeli başlatan, döngüyü başlatan. Gözleri çürümüş bir zamanın içinde yanıyordu.
“Bizi buradan çıkaramazsın,” dedi. “Ama kendini hapsedebilirsin.”
Sessizliğin içinden kadının sesi geldi:
“Her döngüde biri gelir, her döngüde biri karar verir. Ama şimdiye kadar kimse kendini feda etmedi. Bu yüzden döngü hep sürdü.”
Sözleri, içimdeki kapalı kapıları açtı.
Geçmişin çığlıklarını duydum.
Unutulan çocukların gözyaşlarını.
Yıkılmış duvarlar, yakılmış kitaplar, mühürlenmiş ruhlar…
Ben, sadece bir ziyaretçi değildim.
Ben son halkaydım. Zinciri ya kıracak ya tamamlayacaktım.
Kapının önünde diz çöktüm. Anahtarı avuçlarımın içine aldım.
Ve orada, ilk kez, içimde bir şey çözüldü.
Öfke değil. Korku değil.
Kabul.
“Bu hikâye benimle başlamadı. Ama benimle bitecek.”
Anahtarı çevirdiğimde zaman durdu.
Ev, duvarlar, gölgeler hepsi havada asılı kaldı.
Kilit açıldığında içerden bir ışık değil, bir çığlık yayıldı.
Binlerce yılın susturulmuş sesi.
İlk kez aynı anda konuştu.
Yankı, sadece bir ses değildi artık.
O bir varlıktı.
Bir hafıza tanrısı gibi üzerime çöktü.
Bir an için her şeyi gördüm.
Konağın inşa edildiği ilk günü.
İlk kurbanı.
İlk laneti.
Ve her nesilde aynı yüzün geri dönüşünü.
Ben; her döngüde başka bir isimle, başka bir kimlikle gelmiş ama hep aynı seçimi yapamamıştım.
Bu sondu.
Fısıltılar yükseldi, kadının sesi içime doldu:
“Kapıyı sadece açman değil, içeri girmen de gerekir.”
Adım attım. Işığın içine.
O an, bedenim yandı ama acı değil; arınma gibiydi.
Gölgeler bir bir silinmeye başladı.
Konağın taşları çatladı.
Fısıltılar yerini sessizliğe değil, sessizliğin yokluğuna bıraktı.
Sabah…
Birileri konağın yıkıntıları arasında yürüyordu.
Yerle bir olmuş duvarlar, dağılmış kitaplar, paramparça aynalar…
Bir arkeolog, taşların arasından eski bir sandık çıkardı.
İçinde paslı bir anahtar vardı.
Yanında solmuş bir kağıt parçası:
“Gerçek, yalnızca fısıltılara kulak verenlere görünür.”
Kadının gözleri parladı. Sanki bir şey… Uyanmıştı.
Fısıltılar tekrar başlamıştı.
Ama bu kez bir davet değildi.
Bir uyarıydı.
Son cümle:
“Her sessizlik bir yankı bırakır. Ve her yankı, yeni bir sessizliğe gebedir…”