HUZURUN ZİRVESİ
Sabahın ilk ışıkları önce onun yatağına vurmayı âdet edinmişti. Güneş güne merhaba dedikten sonra o da ışıktan uyuyamaz, homurdanarak yataktan kalkar, çapaklı gözlerini ovalar ve eskimiş terliklerini ayağına geçirip olabildiğince geriye doğru gerinirdi. Tahta gıcırtılarıyla birlikte yatağıyla aynı odada olan mutfağına yavaş adımlarla yürür, çayın suyunu ocağa koyardı. Allah’ın her günü aynı seremoniyle güne başlar, rutininden bir çöp tanesini bile değiştirmezdi. Ama kaderin cilvesi en çok böyleleriyle oynamayı severdi.
Her gün olduğu gibi güneşin gözüne vurmasını bekliyordu uyanmak için. Ama diğer günlerden farklı bir tıkırtı geldi kulağına. Daha önce hiç duymadığı bir tıkırtı. Kapı tıkırtısı…
Gözlerini açmadan önce kaşlarını çattı, yanlış duymuş olabilir miydi? Emin olmak için nefesini tutup biraz daha dinledi. Birisi kapının arkasında -bu biri küçücük olmalıydı- kapıyı tırmalar gibi açmaya çalışıyordu. Bu kadar şaşırmasının nedeni, bugüne kadar evine kimsenin gelmemiş olmasıydı, daha doğrusu cesaret edememişlerdi. Çünkü Kaf Dağı’nın tepesi kadar yüksekte yaşıyordu. Zafer duygusunu tatmayı alışkanlık edinmişti, gözü pek dağcılar bile bu kadar yükseğe çıkamamışlardı. Hani kocaman karlarla kaplı bir dağın tepesinde küçücük bir ışık yanar da herkes orada kimin yaşıyor olabileceğini düşünür ya, öyle karlarla kaplı yüksek mi yüksek bir dağın tam zirve noktasında yaşıyordu.
O yüzden daha güneşin bile doğmadığı bu saatte gelen kapı tıkırtısı hiç hayra alamet değildi. Üstelik o olağan akışın dışında gelişen olaylardan her zaman çok korkardı. Titreyen bacaklarıyla kapıya doğru ilerledi ve hâlâ tıkırdatılan kapıyı yavaşça açtı. Kapıyı açınca karşısında bal sarısı, pofuduk tüylü bir kedi görmeyi beklemiyordu. Kafasını uzatıp gözleriyle etrafı kolaçan etti. Hava henüz aydınlanmamıştı ancak kediden başka kimse yoktu etrafta. Olamazdı da zaten, bu kedi buraya nasıl gelebilmişti ki? Kafasındaki sorulara cevap bulamadan kedi içeriye sıvışmıştı bile.
Ağzını açıp bağıracaktı ama kimsenin onu duymayacağını düşünüp vazgeçti. Hem dağın tepesinde bağırmanın çok da akıllıca olmayacağının farkındaydı.
Kedi hemen yarısı açılmış, hâlâ sıcacık olan yorganın altına girdi ve uyumaya başladı. Kedinin bal sarısı kürkü, diğer kedilere nazaran çok kabarıktı. Neredeyse bir ayı yavrusuna benziyordu.
Adam endişeden tırnaklarını kemirmeye başlamıştı, rutini bozulmuştu, ne yapacağını bilmez hâldeydi ve olanları anlamlandıramıyordu. Kendisinin burada yaşaması da tuhaftı ama bir kedinin, üstelik olağanüstü güzellikte bir kedinin buraya kadar gelmesi imkânsızdı.
Güneşin doğduğunu ve yatağına vurmaya başladığını görünce nefes alışverişi biraz daha düzene girmişti. En azından rutine dair bir şeyler olmaya devam ediyordu. Kendini rahatlatmak için ocağa çay suyu koydu, her zaman yaptığı gibi. Güneşin vurduğu yatakta iyice mayışan kedi gerindi ve yatmaya devam edeceğini anlatan mırıltılar çıkardı. Çay suyu kaynadığında ötmeye başlayan demlikle daldığı düşünce denizinden ayrılan adam, çayı bardağına doldurdu ve küçük masasına oturdu. Masanın üstündeki zeytin kavanozundan bir zeytin aldı ve çayını yudumlamaya başladı.
Yıllar önce her şeyden uzak yaşama fikrini sırtına alarak gelmişti buraya. Olağanüstü tırmanma yeteneği ve eski mesleğinden kalma alet edevatlarıyla buraya gelmiş, kendine bir dünya inşa etmişti. Sadece kendisiyle baş başa olduğu huzur dolu bir dünya… İstediğinde dağdan iniyor, insanların içine çok karışmadan gereken şeyleri yapıyor ve yuvasına geri dönüyordu. En benim diyen dağcıdan bile daha iyi bir dağcıydı ama bunu kimseye kanıtlama gereği duymadan kendi yaşamını inşa etmek için kullanmıştı. Belki dünyanın en iyi dağcısıydı kim bilir, hiç kimseyle yarışmamıştı ki.
Şimdi huzurlu sessizliğini bu kedi bozmuş, kendisine bir sürü soru işareti bırakmıştı. Çok düşünmeden rutinini devam ettirmek, onun için en iyisiydi. Biraz daha düşünürse huzurlu yuvasında hiç huzur kalmayacaktı. Kapının yanında asılı duran ağır, eskimiş kabanını üstüne geçirdi ve dışarı çıktı. Kapıyı arkasından kapatarak derin bir nefes aldı. Sabahın ilk ışıklarıyla buz gibi olan havada her sabah aldığı bu derin nefes, ona her zamanki gibi çok iyi gelmişti.
Ellerini cebine soktu ve zirvenin düzlüğünden, her zaman aşağıya indiği tırabzanın yanına gitti. Aşağıya bir göz attı. Çok fazla kar yağdığında aşağı inmiyordu. Yolları ezbere bilse de karların altına güvenemiyordu. Yağan karları biraz düzeltmek ve temizlemek için eşyaları koyduğu küçük barakadan kazmayı ve küreği aldı.
Çalışmak biraz olsun iyi gelmişti, bugün yaşadığı saçmalığı unutmuş, ıslık çalarak keyifli bir şekilde çalışıyordu. Islığına eşlik eden başka bir ıslık duyması, bütün neşesinin yere çakılmasına sebep olmuştu. Hemen işini bıraktı ve etrafına göz gezdirdi. Ya rüya görüyordu ya da ondan nefret eden birileri ona şaka yapıyor olmalıydı. Bal sarısı, gür, kabarık saçlı, tombul ve kısa boylu bir oğlan çocuğu görmeyi beklemiyordu. Küçük çocuk, adama selam verdi ve yanına gitti.
“Lütfen beni burada gördüğünü kimseye söyleme, ben de senin gibi biraz uzaklaşmak istedim sadece.”
Adamın cevap veremediğini ve şaşkınlıktan küçük dilini yutmak üzere olduğunu anlayan küçük çocuk, biraz daha açıklama yapma gereği duydu.
“Az önceki kedi de bendim ama normal bir kedi değilim. Bu yüzden buraya tırmanabilmek, benim için çocuk oyuncağı. Bu dağın içindeki mağaradan girilen yer altı dünyasında yaşıyoruz, ben ve benim gibiler. Arkadaşlarımla aramda geçen bir anlaşmazlık yüzünden biraz uzaklaşmak istedim sadece, seni rahatsız ettiğim için üzgünüm.”
Adam delirmemek için sorgulamayı tamamen bırakmıştı. Akışa bırakmaya ve her şey normalmiş gibi davranmaya karar verdi.
“Peki ama arkadaşların seni aramaya gelecekler mi? Daha fazla varlık istemiyorum çevremde.”
Çocuk kıkırdadı.
“Gelmeyecekler çünkü ben gideceğim ancak bugünkü misafirperverliğin için sana küçük bir hediye vermek istiyorum,” dedi ve saçından bir tel kopardı. Adamın sorgusuzca uzattığı eline bıraktı. Tekrar kedi olmuş bir biçimde dağdan aşağı hafif ama sağlam adımlarla inerek gözden kayboldu.
Adam eline baktığında altından bir tel tuttuğunu fark etti. Küçükken buna benzer hikâyeler okuduğunu hatırladı. ‘Muhtemelen bu altın tel, dilek dileyebileceğim bir şeydir,’ diye düşündü. Önce sonsuz dilek hakkı dilemek geldi aklına ancak bunun hiç de göründüğü kadar güzel bir şey olmadığına karar verip başka bir şeyler düşünmeye başladı. Altın teli cebine koyarak işine devam etti.
Güneş veda edip gitmeye hazırlanırken eve girdi. Şömineyi yaktı ve küçük masasına oturdu. Cebinden altın teli çıkardı ve dileğini dilemeye hazırlandı. Gözlerini kapatıp dileğini tüm kalbiyle dile getirdi. Gözlerini açtığında her şey yerli yerindeydi. Kocaman gülümsemesi yüzüne yayıldı ve yatağına girerek uykunun tatlı kollarına bırakmaya hazırlandı. Her şeyin olabilecek en güzel şekilde olmasını dilemişti ve sonra zaten olan her şeyin en güzel hâliyle olduğu dünyasında hiçbir şey değişmemişti.
Ertesi gün kaldığı yerden huzurlu hayatının rutinlerini yapmaya devam ederek yaşamını kaldığı yerden sürdürdü. Ölünceye dek huzurun zirvesinde yaşayan adamdı o.