ASYA III

Asya, uçak biletini aldığı andan itibaren İstanbul’dan kopmuş adeta Mardin’de yaşamaya başlamıştı. Bileti üç gün sonraydı ama sabah uyandığında Mardin’de uyanıyor gibiydi. Sokakta yürürken çocukluğunun geçtiği sokaklarda yürüyordu sanki. Ne kadar özlediğini hayretle fark ediyordu. Bunca zaman kendini kitaplarına vermiş, memleketini düşünmemek için her şeyi yapmıştı demek. Bunu görmek onu hem şaşırtıyor hem de garip bir şekilde mutlu ediyordu. İçindeki tarifsiz heyecan hayata bakışını bile değiştirmişti. Psikiyatriye gitmenin ne kadar iyi bir fikir olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. İçinde daha önce gitmemiş olmanın pişmanlığını duyuyordu.
Sonunda Mardin’e gideceği gün gelmişti. Havaalanından uçağa bindiğinde içinde kanatlanmış bir kuş vardı. İçi pır pır eden bir kuş. Mardin’e yaklaşırken artık Asya’nın heyecanı son haddine varmıştı. Yanında oturanlar onun bu heyecanını fark etmişler ve çaktırmadan onu seyre dalmışlardı. Belli ki uzun zamandır bu kadar hayat dolu birini görmemişlerdi. Asya da dışarıdan kendini görebilseydi muhakkak ki durumuna imrenecekti.
Uçak yere indiğinde Asya’nın bacakları titriyor, nereye gittiğini bilmez şekilde bir o yana bir bu yana yalpalıyordu. Onun şaşkınlığını gören genç bir kız: “Afedersiniz, iyi misiniz? Yardımcı olmamı ister misiniz?” deyince Asya kendine geldi: “Teşekkür ederim, biraz heyecanlıyım sadece. İyiyim sağolun!” dedi çıkış kapısına doğru yürürken.
Geleceğini hiçkimseye haber vermediği için onu bekleyen kimse yoktu. Bir taksiye bindi, bazı geceler hasretle hatırladığı Mardin’i seyre koyuldu. Adeta her şeyi en küçük ayrıntısına kadar inceliyor, değişikliklerin hiçbirini gözden kaçırmak istemiyordu. İşte ileride o kebap yedikleri lokanta görünüyor, içerideki masalar bile aynı. Tabelası değişmiş, lokantanın ismi daha büyük harflerle yazılmış, dış cephesi de yenilenmiş. “Aa işte Hasan Abi de orada, ne çok değişmiş. Fatma Abla da nasıl olmuştur kim bilir? Annem ne çok severdi Fatma Abla’nın annesini. Sahi adı neydi? Ayşe’ydi galiba. Ayşe Teyze hayatta mı acaba?” diye düşünürken kendini nasıl da akışa kaptırmıştı. Sanki hiç ayrılmamış gibi hissetti. Hayalleri onu oradan oraya sürüklüyordu. Yüzü şekilden şekile giriyordu.
Onun heyecan içinde olduğunu fark eden taksi şoförü:
—Hoş geldiniz abla! Misafir misiniz? Yoksa buralı mısınız? Tanıyor gibi bakıyorsunuz etrafa.
—Hoş bulduk kardeşim! Evet, buralıyım aslında ama yıllardır gelmemiştim. Çok özlemişim.
—Oo öyle mi? Burada herkes birbirini tanır. Kimlerdensiniz? Babanız kim?
Asya bir an duraksadı, ne diyeceğini bilemedi. Bu soruya cevap vermek istemiyordu ama nasıl kurtulacaktı cevap vermekten. Alnında iki damla ter belirdi. “Ne demeli, ne demeli!” diye düşünürken ani bir korna sesiyle irkildiler. Asya’yı sorulardan kurtaran bir sesti bu. Arkadan gelen bir otomobil dörtlüleri yakmış, kornaya basarak yol istiyordu. Trafikte herkes ona yol verme telaşına düştü. Belli ki bir hasta taşıyordu. Bu gibi durumlarda herkes canla başla yardımcı olmaya çalışırdı. Şoför de hemen hızlı bir manevrayla taksiyi kenara çekti.
—Aa hay Allah! Bizim Yusuf abinin arabası bu. Eşi doğum yapacaktı. O galiba. Kusura bakmayın abla! Acil bir durumdu. Bu tür durumlarda yol vermek gerekiyor, biliyorsunuzdur.
Bu beklenmedik durum şoförün dikkatini dağıtmıştı. Sorduğu soruyu unutuverdi. Asya rahat bir nefes almıştı almasına ama bu Yusuf dediği kimdi acaba?
—Şey, kim bu bahsettiğin Yusuf abin? Ne iş yapıyor?
—Yusuf abi, çok iyi bir telkari ustasıdır. Buralarda abimi tanımayan yoktur. Benim kuzenim Revan’la evli olduğu için ben Yusuf abi diyorum. Aslında herkes ona Yusuf Usta der. Üçüncü çocukları olacak nasipse. Heyecanlandım onun arabasını görünce. Ben sizi bırakınca onu arayıp hastaneye giderim. Sahi telaştan sormayı unuttum, nereye gidiyoruz abla?
—Mezarlığa gidelim kardeşim.
—Mezarlığa mı? Affedersiniz, şaşırdım birden. Başınız sağ olsun!
Şoför, soru sormayı bırakmıştı artık. Bunun üzerine ne sorulabilirdi ki. Bir tarafta doğum bir tarafta ölüm… Mezarlık yoluna doğru yöneldi, aklı da Revan ablasındaydı. Bir an önce hastaneye gitmek istiyordu. Mezarlığa kadar sessizce arabayı sürdü. Akıp giden manzaraya bakarken Asya da anılara dalmıştı. Bir yandan da kendine kızıyordu. Niye merak etmişti ki Yusuf’u. Yıllar önce vedalaşmışlardı zaten. İstanbul’a gitmek için yola çıktığında Yusuf ona: “Artık ikimiz için de bambaşka hayatların başlangıcı bu. Yolun açık olsun!” demişti. Bunu hatırlamak Asya’ya kendini iyi hissettirdi. Yusuf’la olan anılarına veda etmeliydi. O an kitapları geldi aklına, kalbinde büyük bir sevinç hissetti bu defa. Doğru karar verdiğini bir kez daha anladı. İşte mutluluk bu, diye düşündü. Şimdi ise kalbine huzur ve sükunet hakimdi.
Taksi nihayet mezarlığa vardı. Asya, annesinin yanındaydı artık. Ona olan özlemini anlattı uzun uzun. Gözyaşları içinde dualar etti. Bunun ona ne kadar iyi geldiğini hayretle gördü. Gerçekten annesiyle görüşmüş gibi hissediyordu.
—Daha önce gelmediğim için affet beni anne. Söz bundan sonra hep geleceğim. Allah bizi Cennet’te buluştursun diye dua ediyorum ve edeceğim.
Asya annesini ziyaret ettikten sonra Ulu Cami’ye yöneldi. Burada şükür ve duanın ardından Mardin’in sokaklarını dolaşmaya başladı. Ne çok özlemişti taş evlerini, insanlarını,havasını. Doya doya içine çekti kokusunu. Sonra da kendini çarşıdaki dükkanları gezerken buluverdi. Ne de olsa alışveriş onun da vazgeçilmeziydi. Taş duvarlar arasındaki bu otantik mekanda her şey daha göz alıcıydı. Dükkanlardan birinin vitrininde firuze renkli bir şey dikkatini çekti. Yaklaşınca bunun bir tesbih olduğunu gördü. Dudağında gayr-i ihtiyarı bir gülümseme belirdi. İçeri girdi, tesbihi satın aldı, işte şimdi daha da mutluydu.
Mardin’in taş evleri, dar sokakları arasında geçmişe bir yolculuk yapıyordu adeta. Rengarenk şalların satıldığı dükkanları gördü. Uzun zamandır şal takmıyordu. Ne çok özlediğini fark etti. Çocukken taktığı mavi şal aklına geliverdi. Dükkanlardan birine girdi. Mavi renkli bir şal aldı ve başına bağlayıp arkadan bir düğüm attı. Dükkanın aynasında kendine baktı. İşte şimdi oldu,dedi. Tamamlanmıştı sanki. İçinde koca bir boşluk vardı ve her dakika yavaş yavaş doluyordu. Bu doygunluktan kalbi de ruhu da nasibini alıyordu şüphesiz.
Mardin’in havasını içine çekerken ve özlem giderirken ayakları onu bakırcılar çarşısında bir dükkanın önüne götürmüştü. Şaşkın bir şekilde dükkanın önünde kalakaldı. Nasıl gelmişti buraya? Tıpkı çocukluğundaki gibi yine dükkanın önündeydi işte. Birkaç dakika sonra beyaz saçlı, yuvarlak çehreli, omuzları hafif öne düşük yorgunluğu her halinden belli bir adam dükkanın kapısında belirdi. Hep sabit duran taburesine oturmak için yönelmişti ki Asya’yı gördü. Göz göze geldiler. Adam büyük bir şaşkınlık içinde bakakaldı, ne diyeceğini bilemedi. Farkında değildi ama yaşlar gözlerine hücum etmiş olmalıydı, çünkü her şey buğulanmıştı. Asya’nın ise şaşkınlığı daha da artmıştı. Buğulanmış dolu dolu gözlere şahit olmak onu da duygulandırmıştı. Titrek bir sesle:
—Baba! Ben geldim, dedi.
—Asya! Sen!
O anda artık kendini tutamayarak gözyaşlarını salıveren Asya, babasına sarıldı. Beklenmedik bir duygu yoğunluğuydu bu. Dükkanlarının önüne çıkan esnafın meraklı bakışları onları hiç ilgilendirmiyordu.
Uçsuz bucaksız Mezopotamya ovası, baba kızın buluşmasına sahne oluyordu. Onların buluşması, benzer durumdaki tüm baba ve kızları için bir ışık, bir umut, bir başlangıçtı belki de. Tüm hataları telafi etmezdi tabi, ama bundan sonrası için gelecek daha aydınlıktı.