GÖLÜN HÜZNÜ
Sonbaharın tüm hüznünü üzerinde taşıyan bir akşam vaktiydi. Gökyüzü, ağır kara bulutlarla örtülü, yeryüzü ise bir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Yıllar önce terk edilmiş, yıkık dökük evlerin arasında, küçük bir gölün kıyısında yürüyordum. Burası, yıllardır unutulmuş bir yerdi, ama içinde gizlenen sırlar hiç tükenmemişti. Köyün insanları göçüp gitmiş, yalnızca suyun uğultusu kalmıştı geriye.
Bu göl hakkında duyduğum eski halk söylenceleri aklımın derinliklerinden birer birer su yüzüne çıkıyordu. Anlatılanlara göre, bu gölün suları sadece su değil, aynı zamanda gömülmüş bir geçmişin, bir yasın taşıyıcısıydı. Bazıları burada boğulan genç bir kızın ruhunun, gölde yaşayanları sonsuz bir hüznün içinde bıraktığını söylerdi. Ama bunlar basit masallardan ibaretti, değil mi?
Gölün kıyısına vardığımda, suyun üzerinde hafif bir sis belirdi. Sis, hayal meyal bir görüntü gibi suyun yüzeyinde dans ediyordu. Ama bu dansın içinde bir şeyler vardı, bir şey bana doğru yaklaşıyordu. Kalbimde tarif edilemez bir ağırlık hissettim, sanki gölün derinliklerinden bir el çıkıp beni aşağı çekiyordu. Ayaklarım beni istemsizce suya doğru sürüklüyordu, geri dönmek istedim ama adeta yerime mıhlanmıştım.
Suyun hemen kenarında durduğumda, gölün yüzeyinde beliren o karanlık yansımayı fark ettim. Bir çift göz… Ama bu gözler bana ait değildi. Boş, derin ve donuk bakışlarıyla beni izliyorlardı. O an içimde derin bir ürperti hissettim. Sanki gölün geçmişi, gölde boğulan kızın acısı, her şey bu gözlerin içinde saklıydı. Göl, yalnızca su değildi; bir yas yeriydi, bir mezardı.
Tam o sırada, suyun içinden ince, zarif bir kadın silueti beliriverdi. Saçları, suyun karanlıklarında kaybolmuş, beyaz giysileri gölün griliğiyle bir olmuştu. Yüzü solgundu, gözlerinde ise yılların hüznü vardı. Usulca gölün üzerinden yürüyerek bana doğru yaklaştı. Ayakları suya değmiyor, sanki havada süzülüyordu. Yanıma vardığında, soğuk ve boğuk bir sesle konuşmaya başladı:
“Sen de mi geldin? Buradan kurtulamazsın.”
Sesindeki acı, kaybedilen, yitip giden bir hayatın izlerini taşıyordu. İçimdeki korku büyüdü, geri çekilmek istedim ama vücudum hareket etmiyordu. Kadın bana yaklaştıkça gözlerimde karanlık bir sis dolaşmaya başladı. Sanki kendi ruhumu ona teslim etmeye mecburdum. Dudaklarından dökülen kelimeler, göğsümde bir yara açıyor, içime derin bir boşluk bırakıyordu.
O an, karanlık bulutların arasından ay ışığı suyun üzerine vurdu. Kadın bir an için durdu, bakışlarını ay ışığına çevirdi. Yüzünde hafif bir acı belirdi, ardından tüm bedeni buharlaşıp suya karıştı. Sessizlik çöktüğünde, gölün hüzünlü uğultusu yeniden duyulmaya başladı. Sanki hiçbir şey olmamıştı, ama biliyordum ki o an, o kadının acısı, gölün derinliklerine gömülse de burada kalmaya devam edecekti.
Kendimi bir lanetten kurtulmuş gibi hissediyordum, ama içimde bir ses, bu gölden bir daha asla tam anlamıyla kaçamayacağımı fısıldıyordu. Gölde boğulan yalnızca o kız değildi. Herkes, bir gün kendi acısına gömülürdü, bu göl ise onların mezar taşıydı…