KENDİNE DÖNME KORKUSU
(Belki de insanın en büyük cesareti, kendi sessizliğinin içine bakabilmesidir.)
Çünkü: İnsanın en uzun, en karmaşık yolculuğu kendi içine yürüdüğü o sessiz yoldur.
Ne garip değil mi? Dışarıda binlerce yola korkusuzca adım atarız; şehirleri, sokakları, dağları aşarız. Ama konu içimize dönmek olduğunda, bir adım bile atmaya çekiniriz. Çünkü dış dünyanın yolları bellidir; yön tabelaları, varış noktaları, haritaları vardır. Oysa ki iç dünyanın yolları ışıksızdır. Karşımıza ne çıkacağını bilemeyiz; hangi anının, hangi kırığın, hangi eksikliğin sessizce bizi beklediğini kestiremeyiz.
Ve insan, en çok da bilmediğinden korkar.
Kendine dönmek, aynaya bakmak demek değildir. Ayna bize yalnızca yüzümüzü gösterir. Oysa içindeki yansımalar, hiçbir camda görünmez.
İçimize döndüğümüzde, sandığımızdan çok daha kalabalık bir sessizlik karşılar bizi.
Orada, unuttuğumuzu zannettiğimiz her şey hâlâ yerinde duruyordur.
Bir çocukluk cümlemiz, yarım kalmış sevincimiz, söyleyemediğimiz bir özür, bastırdığımız pişmanlıklarımız…
Hepsi, yıllarca susturulmuş bir kalabalık gibi içinden seslenir bizlere.
‘’Biz hâlâ burada seni bekliyoruz!’’
Ve o anda fark ederiz; insan, kendi iç sesinden kaçtığı kadar hiçbir şeyden kaçmaz.
Belki de bu yüzden dış dünyayı bu kadar gözümüzde büyütüyoruz. Kendimizden uzaklaştıkça kalabalıkların içine saklanıyoruz taktığımız maskelerle. Sesimizi duymamak için gürültüye sığınıyoruz. Kendi aynalarımızı başkalarının gözlerinde arıyoruz. İnsanın kendi sesini duymaması için icat ettiği en büyük, en gürültülü icattır dünya.
Uğraşlar, hedefler, planlar, başarılar… Hepsi iç sesimizi susturma biçimleridir aslında.
Ama susturdukça derinleşen bir yankı vardır içimizde. Ne kadar uzağa gidersek gidelim, bir şekilde kendimize varırız er ya da geç. Çünkü: İnsanın kendisiyle hesaplaşması, bir savaş değildir. Daha çok bir tanıma halidir. İçimizde döndüğümüzde karşımıza çıkan kişi aslında ‘’biz’’ değildir. Biz sandığımız halimizdir.
Maskelerin, rollerin, ezbere davranışların gerisinde, uzun zamandır unuttuğumuz bir varlık bekler. Ve o varlık, sessiz ama sarsıcı bir soruyla yaklaşır bizlere:
‘’Bunca zamandır kimi oynuyordun?’’
Bu sorunun cevabı kolay bulunmaz ne yazık ki. Belki de bulunması da gerekmiyordur. Çünkü: Aslında insan, kendini tanımak için değil; sonunda kendisiyle barışabilmek için yaşar.
Zira bilmek, her zaman huzur getirmez. Bazen yalnızca daha derin bir farkındalık getirir. Ve bu farkındalık, acı kadar gerçektir.
Belki de kendimize dönmekten korkmamızın sebebi budur: İçimizde bizi bekleyen bir son değil, bitmeyen bir akıştır. Ve o akışa bakmak, sonsuzluğun içine bakmak demektir. Bu akışın kaynağını bulmak, insan için hem başlangıç hem de bitiştir.
İçimiz, karmaşık bir labirenttir. Ama belki de çıkışı aramak yerine içinde kaybolmayı kabullenmek gerekiyordur. Kendimize dönmek, bir varış noktası değil; bir kabulleniştir.
İnsan, sadece kendini olduğu gibi kabul ettiğinde özgürleşir. Belki de gerçek özgürlük, hiçbir yere gitmemeye karar verdiğimiz an başlar.