ZAMANIN SESİ
Yüreği her an patlamaya müsait bir volkan gibiydi, şu yaşına kadar ne yaşadıysa yüreğinde biriktirmişti. Kol kırılır yen içinde kalır derler ya öyleydi yüreği… Kendi ayakları üstünde durmak için çok savaşlar vermişti, özellikle bir kadın oluşunun yüzüne zayıflık gibi çarpılmasıyla mücadele etmişti. Yapamazsın, mümkün değil, sen mi yapacaksın gibi olumsuz ve alaycı sözlerle yüreği dolup taşmıştı artık. Artık sadece hayali olduğu için değil ucuz akıllarıyla konuşan paçavra kalpli insanlara meydan okumak için başaracaktı. Üç yıl önce atandığı köye dağın zirvesinden bakıyordu Havva Öğretmen. Yıl bilmem kaç oldu doğu eski doğu değil diyenlerin cahilliklerine üzülüyordu. Doğu yine aynı doğuydu, buradaki insanların fazlaca paraya ihtiyacı yoktu. Akıllı yönetici, fedakâr öğretmenlere ihtiyacı vardı. Maaşını alıp koltuğunda uyuyan memurlar doğuyu doğu yaptı. Bilgi ve zihniyet koltukta oturmakla değiştirilemezdi. Bir şeyler değişecekse ağacın gölgesinden çıkmamız gerekiyordu. “Doğu, yurdumun saklı incisi…” diyerek mırıldandı. Doğunun her bir genci, çocuğu bu incinin muhafızları. Bu çocukların medeniyetlerini korumaları için, kendilerine dayatılan zihniyeti yıkmaları için tek ihtiyaçları olan eğitimi vermekten vazgeçmeyecekti Havva öğretmen…
Havva Öğretmen de geçmişti çetin yollardan. Biliyordu ama o pes etmeyi değil başarmayı tercih etmişti. Daha küçük yaşlarında iken annesi kanser hastalığına yakalanmıştı. İyileşsin diye herkes seferber olmuştu ama nafile. Bu hastalık annesini ellerinden alıp götürmüştü. Babası ile bir başına kalmıştı. Ama babası da bu durumdan çok kötü etkilenmiş ve kendini bırakmıştı. Eşinden sonra o da artık yaşayan bir ölüydü. Kızı hayatını idame ettirebilir diye çabalıyordu sadece. Kendisi umrunda değildi. Havva ise babasını da kurtarmak için elinden geleni fazlasıyla yapıyordu. O küçücük yüreğinde dünyaları barındırıyordu. Öyle çok ders çalışıyordu ki komşular ona “Sanki bir yere gelebilecek, sanki hoca olacak başımıza.” diyordu. Havva, bunları duydukça daha da hırslanıyordu. Önce en güzelce liseyi daha sonra da en güzel üniversiteyi kazandı. Eh laflar elbette bitmedi. “Gelip işsiz kalacak atabilecek mi?” zırvaları başladı bu sefer. Daha da hırslandı.
Babası da artık yaşlanıyordu. Ama kızının bu çabasını görmek onu hayata bağlamaya başlamıştı. Artık umudu vardı. Çünkü kızı vardı. Herkese rağmen babası, bir kızı olduğu için çok mutlu ve gururluydu. Kızına da en kalbi duyguları ile inanıyordu.
Havva o son sınava da çalıştı ve atanmayı başardı. Böylece hayatında yeni bir pencere açıldı. Bu doğu görevi onun gibi insanları, en umutsuz en dipten insanları hayata kazandırabilmek içindi. Havva öğretmen bu yüzden öğretmendi.
“Küçük denilen o zamanlarda büyümüştü, kocaman olmuştu yüreği; bahtına bahşedilen aşk ateşiyle. İlkin kıvılcımken git gide kök salmıştı, muamma denen bu gaybta. An zamana, visal firaka uzadıkça yol alıyordu sadrında gizlediği bu kor. Yanıyordu alev alev hem kimseye zararı dokunmadan. Zaten insan en büyük tahribatı kendine yapmaz mıydı? En kolayı budur çünkü en masrafsızı. Nitekim en acımasızı da. Derken dermansız kalmıştı kalbinin kuşları.
Ne zaman büyüyordu insanoğlu? Dağ gibi sırtlandığı sorunlarla başa çıkamayacağını öğrendiği zaman mı? Ne vakit sevmiş oluyordu insanoğlu? Onun kalbini kendi kalbine geçiş üstünlüğünü kazandırdığı zaman mı? Ya da haksızlığı kendi haklılığına değiştiği zaman mı? Bazen sevmenin yollarında susuz, katıksız ilerlemek gerekiyordu. Yolu, ayaklarımıza batan dikenlerin açtığı yaradan sızan kanlarla çizmek gerekebiliyordu. Oysa O da istemez miydi gülen bir çift göz aralığından uyanmak sabaha..? En kalbî şiirler dermek; gönül hazinesinden güneş değmemiş kelamlarla. Hamd etmek varlığı ile nasipdar kılınan gönlün bereketiyle ermek saadete…
Sevmek bu kadar güzelse bu acı niye? Dünya bu kadar kısaysa üzmek niye? Herkes, haklı olduğu pencereden dışarı atıyordu sevdiklerini ya da sevdiği zannettiklerini.”
O muhteşem gürültülü vapur sesiyle irkilmişti ve dağılmıştı derin düşünceler. Seyre daldığı banktan doğruldu, gerçek hayata gözünü açtı.
Kendine gelmişti fakat aklındaki düşünceler sıyrılmamıştı zihninden. Biraz daha denizi seyre daldı. Kuşlar, kediler, köpekler, insanlar, çocuklar… Hepsi farklı bir alemdi, hepsinin bir yaratılış gayesi vardı. “Benim gayem neydi?” diye düşüncelere daldı bu defa. Havva öğretmen, köyünü ve öğrencilerini hayli özlemişti. Tatil bitmiş onlara kavuşma sevincini düşündükçe içi pır pır ediyordu. Artık zaman dolmuştu havaalanına doğru yürümeye başladı. Son kez denizin kokusunu içine çekti ve son kez seyre daldı denizi. Özleyecekti… Arkasından sürüklediği bavulunun teker sesi ile heyecanı artıyordu. En azından bu heyecan, arkada bıraktıklarının özlemini dindiriyordu. Yolda gördüğü seyyar çiçekçiden bir buket papatya aldı. Seviyordu papatyayı ve papatya falını.
Uçakta yanına denk düşen teyze ile vakit nasıl geçti anlamamıştı. Teyze, Havva Öğretmeninin azmine hayran kalmış, hayat tecrübelerini aktarmaktan da çekinmiyordu. O da aynı yollardan geçmişti, artık mesleğini icra edecek sağlığı olmasa da anlaşılan ruhen kopamamıştı bu meslekten. Sahi, nasıl kopulabilirdi ki bu meslekten? Çünkü öğretmen olmak demek sadece matematik öğretmek değildi. Anne olmak, sevgi-saygıyı öğretmek, temizliği, kavgayı ve barışı öğretmek demekti. İşte Havva Öğretmen böyle düşünüyor ve bunları “Evlatlarım.” dediği öğrencilerine aktarmayı başarıyordu.
Tatlı bir yolculuktan sonra varmıştı köyüne, köyüydü, üç senede yerlisi olmuştu oranın. Yaz aylarında çobanlıkla uğraşan öğrencileri, Havva Öğretmeni köy otobüsünden inerken gördüklerinde çığlık çığlığa koşup boynuna sarılmışlardı. Havva öğretmen mutluluk gözyaşları ile hepsini kucaklıyor öpüyordu. Köy meydanında da büyük bir coşku ile karşılandı. Herkes hasret gideriyor, kızları gibi gördükleri Havva Öğretmene sarılıp şükranlarını dile getiriyorlardı. Hava kararmış herkes evine çekilmişti. Havva Öğretmen arkasında bıraktığı evinin tozuna dokunmadan çayını alıp attı kendini bahçesine. Hemen masasını kurdu, annesinin çeyizinden kalan ve elleriyle ördüğü masa örtüsünü açtı, önceden vazoya koyduğu papatyaları ve tıngır tıngır çalan radyosunu da koyuverdi masaya. Radyo da çalan türkü her dinlediğinde büyülüyordu kendisini.
“Zülf-ü kaküllerin amber misali Buy-u Erguvan’dan güzelsin güzel Kızarmış gonca gül gibi yüzlerin Şah-ı Gülistan’dan güzelsin güzel…” diye sözlerini tekrar ederken bir kapı çalıntısına kalktı masasından.
– Kim o?
– Benim, Adem…
Havva öğretmen kapıyı açar açmaz Adem’e kocaman bir sarılmayla karşıladı.
– Canım Ademciğim, hoş geldin. Lütfen içeri geç.
Adem sarılmanın verdiği sıcak samimiyetle yüzüne hafif bir gülümseme iliştirip elindeki tabağı Havva Öğretmene doğru uzattı.
– Teşekkür ederim Havva Hocam. Ama şimdi geçmeyeyim, koyunları otlakta bırakıp geldim. Kurda yem olmadan yanlarına gitmem lazım. Bunu anam gönderdi. “Yeni geldi hoca hanım, yesin sıcak sıcak” dedi.
Havva, Adem’in elindeki tabağı alıp üstündeki örtüyü kaldırdı, tabakta duran kekik ve zeytinyağıyla harmanlanmış çörekleri görünce çok sevindi. Üstelik burnuna gelen mis kokuyla kendisini kuşların cıvıltısının bol olduğu, içinde nazik nehirlerden bahseden bir müziğin ritminde hissetti. Adem’e bakıp:
– Çok teşekkür ederim, annenin ellerine sağlık. Mutlaka müsait olduğun zaman bana uğra, sohbet edelim. Olur mu?
– Olur, hocam. Mutlaka gelirim.
İkisi de birbirine tekrar sarılıp veda ettiler. Havva öğretmen, elindeki çörek dolu tabakla balkonuna doğru ilerlerken Adem’in hayatını düşündü. Ayın dolunay olduğu bir akşam Adem ile dere kenarında otururken Adem’den dinlemişti hayatını. Adem, henüz on sekiz yaşında, fidan boylu, kara yağız bir gençti. Sekiz kardeştiler ve en büyükleri Adem’di. Babası maddi olarak hepsine yetişemeyince Adem’i okula göndermeyip çocuk yaştayken köyün çobanı yapmıştı. Adem okuma – yazma bilmemesi halini Havva Öğretmene şöyle anlatıyordu:
– Hocam, biraz kafam çalışıyor. Okuma – yazma imkanım olsaydı şimdi köyün çobanı değil, muhtarıydım. Ama kader işte. Kaderime okuma yazılmamış ki.
Havva öğretmen bunları düşünerek bir yandan çayını yudumlayıp bir yandan da çöreklerin tadına bakıyordu. Birden kendi kendine sevinçle:
– Okumamak insanın kaderinde yazmaz ki. O zaman Adem’in kaderini ona okuma öğreterek değiştirebilirim.” dedi ve başıyla kendini onaylayan bir ifade yaparak çöreklerin tadını çıkarmaya ve Ademle bu konuyu en kısa zamanda görüşüp konuşmaya karar verdi.
Havva Öğretmen Adem konusunu çöreklerini yerken çokça düşündü. Bu işe kesin bir çare bulmalıydı fakat bu konuyu Adem’e nasıl açacaktı o konuda şüpheleri vardı. Yağız delikanlı, garip Adem aslında okumaya ne kadar da ihtiyacı vardı. Artık daha fazla düşünmekten yorulan Havva Öğretmen çörekleri ve boşalmış çay bardağını alarak içeri girdi. Ev hayli tozlanmıştı biraz temizlik yapmak onun kafasındaki düşünceleri kısa zaman da olsa ertelemesine yardımcı olacaktı. Radyodaki türküler eşliğinde temizliğini bitirdi. Hayli zaman geçmişti. Biraz yemek yapmak istedi fakat evde bir şey yoktu. Alışveriş yapması gerekiyordu, aklına bir fikir geldi. Alışverişe neden Ademle gitmiyordu ki?
“Şimdiye koyunlarla işi bitmiştir.” diye düşündü. Sevinçle üstünü değiştirip yola koyuldu. Âdem’in evine giderken buraları ne kadar özlediğini düşündü. Sıcacık evler, yemyeşil doğa, cana yakın köylü… Bir gün buralardan gideceği düşüncesi onu hayli bir üzmüştü. Düşüncelere
dalarken Âdem’in evinin önüne gelmişti bile. Kapıyı çaldı, kapıyı Âdem’in annesi Fatma Hanım açtı. Havva Öğretmene gülümseme eşliğin de bakarak:
– Hoş geldiniz Havva Öğretmenim buyurun?
Havva Öğretmen Fatma Hanıma sarılarak:
– Hoş buldum Fatma Hanım. Nasılsınız?
– Çok şükür öğretmenim, iyiyiz siz nasılsınız?
– Bende iyiyim çok şükür, inanır mısınız buraları çok özlemişim. Aslında ben size bir şey söyleyeceğim, onun için gelmiştim. Benim ilçeye gitmem gerekiyor birkaç bir şey alacağım da Âdem müsaitse benimle gelebilir mi?
– Tabi öğretmenim Âdem de yeni otlaktan geldi, yemek yedi çağırayım hemen gelsin.
Fatma Hanım Âdem’i çağırmak için içeri gitti. Birkaç dakika sonra Âdem ile geri geldi. Âdem ve Havva Öğretmen Fatma Hanıma selam vererek oradan ayrıldılar.
Havva Öğretmen çok heyecanlıydı, konuşmaya nasıl başlamalıydı neler demeliydi Âdem’e? “En iyisi ilçeye gittiğimiz de bir yere gidip otururuz orada konuyu açarım.” diye düşündü. İkisi de sessizdi, sükûnet içerisin de ilçe otobüsünün kalktığı durağa yürümeye devam ettiler.
Köyün dışındaki durağa yeni varmışlardı ki otobüs geldi. Aslında bu şaşılacak bir şeydi çünkü köyden otobüs nadiren geçerdi. Bu da Havva’nın aldığı kararın doğru olduğuna işaret ederdi. Havva Öğretmen işaretlere inanırdı. Hayat onun için zor geçmiş olsa da işaretleri takip ederse kolaylaşacağını düşünürdü. Zihninden bu düşünceler geçerken otobüs şehrin merkezine varmıştı bile. Önce alışverişi tamamladılar sonra bir yorgunluk çayı içelim bahanesiyle şehrin merkezindeki çay bahçesine doğru Âdem’ i sürükledi. İki çay söyleyip konuya girdi.
– Söyle bakalım Âdem bu hayatta en çok istediğin üç şeyi sırala desem nasıl sıralardın?
– Valla hocam hayat bana istediklerimi vermiyor. İstediğim şeyleri sadece istemeye hakkım var hayat bana yaşamayı nasip kılmıyor.
– Mesela desem?
– Hocam daha önce de dediydim sana hayalim bir gün büyük adam olmaktı okuma yazma öğrenmeme izin vermediler daha şuncacıktım koyunların peşine sürdüler beni. Yaşıtlarım içi kalem kâğıt dolu çanta taşırken ben bir kuru ekmek bir tas su taşıdım sırtımda, akşama değin yaz kış demeden o otlak senin bu mera benim gezdim durdum. Hadi bu neyse Sefer Ağa’nın kızı Ayşe’ye gönül düşürdüm. Onun da gönlü bendeydi yalan yok. Babası olacak adam ben kızımı çobana vermem dedi. Adam haklı bir şey diyemem. Sen de gördüydün üç ay evvel düğünü vardı. 18 yaşına basar basmaz karşı köyden Saffet Ağa’nın oğluna verdiler. Üçüncü şey de ha şu gördüğün sınırlar var ya. Şu şehirden az öteye gidebilmeyi dilerdim. Senin geldiğin memleketi İstanbul’ u görmek isterdim
Mesela. Başkenti ya da. Bu sınırların ötesine tek bağım sensin Hocam. İşte benim üç hayalim. Üçü de birbirinden imkansız üç dileğim.
– Ayşe kızım mutlu olsun. O dileğine yapacak bir şeyim yok da istersen diğer dileklerini gerçekleştirebilirsin.
– Aman hocam nerde, geçen yılları geri getirmek mümkün mü?
– O mümkün değil elbet ama okuma yazma öğretebilirim sana. Açıktan diploma almana yardım ederim. Sonra birkaç yıla ben buradan giderken benimle o görmek istediğin şehirlere götürebilirim seni.
– Anam var Hocam, babam yaşlı, kardaşlarım küçükler. Çobanlığı bıraksam aç kalırlar.
– Adem ben sana çobanlığı bırak demiyorum ki. Koyunları otlaktan getirdikten sonra ben sana akşam dersleri veririm ödev veririm. Ertesi gün koyunları otlatırken ödevlerini yaparsın. Böyle böyle yaparsak ben buradan gidene seni ortaokuldan mezun ederim. Ben gidince benimle gelirsen iş bulurum sana. Hem yanımda okursun hem de çalışır ananlara bakarsın.
– Hocam ben üç dileği olan zavallı bir çobanım. Hakkın var mı bana dördüncü bir hayal sunmaya?
– Cevap verme şimdi Adem düşün sen, yarın kararını verirsin bana geç olmadan başlamak gerek.
– Tamam hocam.
– Hadi Adem şu çayını iç soğuttun iyice. Otobüs dolar birazdan yetişelim de bu geceyi burada geçirmek zorunda kalmayalım.
Koştur koştur durağa vardılar. Otobüse önceden haber verdikleri için onlara yer ayırmışlardı. Geçip yerlerine oturdular. Adem de Havva Öğretmen de sessizce düşüncelere daldılar. Otobüs köye varınca indiler Adem Havva Hocayı evine bırakıp yavaşça evine doğru yol alırken kafasında bin bir düşünce vardı.
Evin kapısına yaklaştıkça Adem’in düşünceleri kaynar kazandaki su gibi fokurduyordu. Bir yandan çok heyecanlıydı bir yandan da kafası karman çorman olmuştu. Kapıyı çaldı. Annesi Fatma kapıyı açar açmaz anladı oğlunda bir hal olduğunu ama dur Fatma üstüne varma çocuğun diyerek kendini sakinleştirdi. Adem hızla içeri girdi. Kardaşları abi abi diye etrafını sardı. Azından bir tek laf çıkmıyordu Adem’in. Sedirin üstüne yığılıp kalmıştı. Fatma Hanım da merak içindeydi ama üzerine gitmedi oğlunun. Hızla sofrayı kurdu. Ayran, yufka ekmeğin ardından sıcacık bulgur pilavını da yer sofrasının ortasına yerleştirdi, oğluna baktı ve:
– Adem oğlum hadi gel sofraya, yemeğini soğutma
Adem birkaç dakika duraksamanın ardından, sofrada yerini aldı. Kardeşleri hemen yemeğe çöreklediler. Adem’in ise yemekle alakası yoktu, bedeni oradaydı ama ruhu asla orada değildi. Fatma Hanım kapıyı açtığı andan beri farkındaydı farkında olmasına ama doğru zamanı kolluyordu. Ufaklıklar yemeklerini yer yemez, sofradan kalktılar. Sonunda Adem ile annesi baş başa kalmıştı. Fatma Hanım söze girdi:
– Adem’im güzel oğlum bir derdin var neyse hele söyle.
Adem sanki bu anı bekliyormuş gibi gözleri doluyor önce, ufak bir kaç damla yaş akıyor yanaklarına. Anne diyor.
– Evet oğul dinliyorum, merakta bırakma şu yüreğimi
– Bugün Havva Öğretmen ile şehir merkezine inmiştik. Gel bir yorgunluk çayı içelim dedi. Derken oturduk laflarken konu bana hayallerime geldi. Anne Havva Öğretmen bana okuma yazma öğretecek. Sonra açıktan ortaokul diploması. Dahası da var Havva Öğretmen birkaç yıla buradan gittiğinde yanımda gelebilirsin sana işte bulurum dedi. Bu ne demek anne biliyor musun. Başkent’i, İstanbul’u göreceğim. Anne buralar dışında bir şehri hatta şehirlerin en büyüklerini göreceğim.
Fatma Hanım büyük dikkatle oğlunun heyecanlı hallerine kulak verdi. Ortak olmak istedi heyecanına ama ahval de belliydi. Şimdi anlamıştı oğlunun bu melül halini. Sesini düzeltti Fatma Hanım söze girmeden:
– Ah Adem’im güzel oğlum bunlar senin hayallerin. Havva Öğretmen ne güzel de şıp diye hepsini gerçek kılmış. Ama biliyorsun ben varım kardeşlerin var, hepimiz sana bakıyoruz. Baban yaşlı hasta biliyorsun. Sen olmazsan ne yaparız.
Adem söze atılıyor hemen:
– Anne biliyorum bunları benim içimi karartan sıkan da bunlar ama Havva Öğretmen dedi ki : “Koyunları otlaktan getirdikten sonra ben sana akşam dersleri veririm ödev veririm. Ertesi gün koyunları otlatırken ödevlerini yaparsın. Böyle böyle yaparsak ben buradan gidene seni ortaokuldan mezun ederim.” dedi. Annem ben aklıma koydum. Daha çok çalışacağım azmedeceğim önce okumayı yazmayı sökeceğim sonra adım adım hayallerime ilerleyeceğim.
Fatma Hanım’ın gözleri doluyor. Kendine kızıyor Adem’in elinden tutamadığı için evin tüm ailenin yükü ona kaldığı için. Bahtsız kadere kızıyor:
– Çilekeş Adem’im, sen mutlu olda ben ondan gayrısını istemem. Havva Öğretmen de yanında demek ben onu da bilirim, sen kestirdiysen gözüne bu yolu benim için de tamamdır. Artık benim de yolumdur oğlum.
Adem bu sözlerden sonra iyice kararında emin oldu, annesini sarıldı, öptü. Hemencecik yarın olsun diye uyumaya çalıştı. Çünkü Havva Öğretmen ile görüşmeyi iple çekiyordu.
Ertesi gün koyunları bir başka neşeyle otlattı Adem. Sonra Havva Öğretmenin yanında soluğu aldı:
– Havva Öğretmenim ben geldim, öğrenciniz olmaya okuma yazma öğrenmeye Adem’in hayallerine bir şans vermeye geldim
Bunları duyan Havva Öğretmen içten içe Adem ile gurur duydu. Kendini bugüne getiren azmi gördü onun gözlerinde. Hemen ilk günden derse başladılar. Havva Öğretmen ona her dersin sonu alıştırma ödevleri verdi. Adem hiç ikiletmedi öğretmenini büyük bir gayretle koyunları otlatırken ödevlerini yaptı. Öğretmeni ne anlattıysa bir güzel tekrar etti akşam derslerine hazır ve nazır bir şekilde geldi. Derslerden sonra annesine neşeyle öğrendiklerini anlattı, anlattı, anlattı. Fatma Hanım gurur duyuyordu oğluyla. Adem de onu hiç mi hiç mahcup etmek istemiyordu. Öncelikle kendini mahcup etmek istemiyordu. İçinde söz verdiği küçük Adem’e sözünü tutmak istiyordu. Onun hayallerini gerçek kılmak istiyordu. Bunun ipleri çok sıkı tutuyor, derslerden sonra akşam evde de çalışıyordu. Havva Öğretmen de onun bu azmini gördükçe dersleri daha ayrı bir hevesle anlatıyordu.
Adem kısa bir zaman içinde okuma yazmayı sökmüştü. Annesi de Havva Öğretmen de onunla gurur duyuyordu. Adem de çok mutluydu. Hatta daha da umutluydu. Bunu kıvırdıysam gerisi de gelir getiririm diyebiliyordu artık.
Adem bu sevinçleri yaşarken babasının sağlık durumu daha da kötüye gidiyordu. Adem’in bir yanını bu üzüyordu ama babasının iyileşeceğine olan inancı yüksekti. Adem okumayı yazmayı sökmüştü onun için bu rüya gibiydi. Sırada ortaokuldan mezun olmak vardı. Havva Öğretmen onun bu azmini, tuttuğunu koparan hallerini gördükçe seviniyordu.
Zaman nankördü. Ya da Einstein’ın izafiyet teorisi misali işliyordu. Hani sevdiğimiz insanların yanında bir saat bir dakika gibi gelir, olmak istemediğimiz kötü bir ortamda ise bir kaç dakika saatler gibi gelir ya hani. O misal zaman hızla akıyordu. Bir kum saatindeki kumlar gibi. Adem ortaokuldan mezun oldu. Mezun olduğu gün ise babasını kaybetti. Sevincinin içinde üzüntü üzüntüsünün içinde sevinç vardı kendi hayatının yin-yang’ını yaşıyordu Adem. İyi ki anası ve Havva Öğretmeni vardı. En büyük destekçileri ve sığınağıydı. Zaman tabi sadece Adem için hızlı akmıyordu. Havva öğretmen içinde gitme vakti gelmişti. Buralardan alıştığı bu köyden kopmak Havva Öğretmen için de dayanılmaz derecede zor olacaktı ama gitme vaktiydi işte. Bunu duyan Adem yıkıldı:
– Öğretmenim sizsiz ben de hayallerim de eksik kalır. Beni bu hayale siz inandırmıştınız şimdi gidemezsiniz.
Havva Öğretmen de üzgündür üzgün olmasına rağmen Adem’i teselli etmek ister:
– Hayır Ademciğim bu hayali senin azmin filizlendirdi. Onu yeşertecek olan gene senin azmin. Ben sadece vesileyim.
Adem sarılır Havva Öğretmene ağlar. Havva Öğretmen elinin tersiyle gözündeki yaşları siler benimle gel Adem, seninle hayallerini konuştuğumuz ilk gün dediğim gibi iş bulurum sana hem de okumaya devam edersin.
Adem gülümser:
– Bu kadarına cesaretim var mı bilmiyorum Öğretmenim. Ben oralarda ne iş tutarım. Bilmediğim koca bir şehir. Beni yutmasın sonra. Belki o kadarı da fazla bana.
Havva Öğretmen ne dese de Adem çekindi, bir yanı ne kadar gitmek istese öğretmenine eşlik edemedi. Havva Öğretmen gidişinin üzerinden 3 ay geçtikten sonra öğretmeninden Adem’e bir mektup geldi. Mektupta yeni okulundan onu çok özlediğinden bahseden satırlar vardı. Mektubun sonunda da gelmek istersen adresim şu yazan ufak bir not vardı. Adem gidip gitmemek arasında çok kararsızdı. Bir yanı gitmek için can atıyordu. Ama ne iş tutacaktı. Eğer para kazanamazsam anam kardeşlerim burada ne yaparlar. Kafasında bin tane soru vardı. Ama lise diploması almak hatta belki de üniversite okumak istiyordu. Öğretmen olmalıydı. Havva Öğretmeni gibi başkalarına umut olmak için. Ama nasıl o da bilmiyordu. İlk mektuba bu duygularını da içeren satırlar yazdı. Havva Öğretmen’ini onu cevapsız bırakmadı. Hatta bu sefer satırları daha da umut doluydu. Adem’e bir iş bulmuştu: Kitapçıda. Adem’in aklına hemen yattı, daha çok okumalıydı. Bunu biliyordu. Bu harika bir fırsattı her gün bir sürü kitapla haşır neşir olacaktı. Bunu istese bulamazdı. İş aklına pek bir yatmıştı. Annesine durumu anlattı:
– Ben biraz düzenimi kurayım, sizi de yanıma alacağım. Hepimizin hayatı değişecek. Hem işim de var sizi parasız da bırakmam. Yerim de belli Havva Öğretmenim de yanımda, daha ne olsun.
Fatma Hanım oğluna bir kere güvenip söz verdiğinden, gülerek içine çekip koklayarak sarıldı oğluna:
– Oğlum yolun açık olsun, sen inandığın yolda bugüne kadar yürüdün Allah’ta utandırmadı, utandırmasında. Bizi merak etme idare ederiz sen kendine çok iyi bak.
Adem annesiyle kardeşleriyle vedalaştıktan sonra yollara düştü. İlk kez uzaklara, bu köyden çevreden çok uzaklara gidiyordu. Hem de hayallerinin şehri İstanbul’a. Artı hayallerini yaşamaya gidiyordu. Çok mutluydu. İçinde korku vardı ama olsun her başlangıç içinde biraz korku barındır sonuçta diye geçirdi içinden. Tüm yol boyunca otobüste kitap okudu. Varmasına çok az kalmıştı. Öğretmenine geleceğine dair mektup yazmıştı ama gününü söylememişti. Sürpriz olacaktı aslında. Otobüs İstanbul otogarına yaklaştıkça kalbi güm güm atıyordu. İstanbul’da Adem nasıl olacaktı, kendine hiç mi hiç bilmiyordu…
Hayatın herkese farklı davrandığını düşünürüz, oysa uzaktan farklı görünse de yakından aynıdır. Adem’in heyecanı, yurtdışına yüksek lisans yapmaya giden birinin heyecanından farklı değildi. Heyecanın tadı aynı, adı farklıydı. Köyünden hiç gitmemiş kimselere büyük şehirler, dilini bilmediği bir ülkeye gitmek gibi hissettirir.
Havva öğretmen Adem’i çağırmıştı ancak çeşitli korkuları vardı. Adem çok saftı her şeyden önce. Şehirdeki kurnaz insanların kötülüklerinden kendini koruyabileceğinden emin değildi.
Ancak Adem bir adım atmıştı. Büyük hikayeler hep küçük adımlarla başlar. Havva Öğretmenin çocukları, ilerde Âdem’i televizyondan gururla seyredecek, Adem ise üç hayaline de kavuşmuş olacaktı. Hatta daha sonra hayalini bile kuramadığı güzelliklere de sahip olmuş olacaktı.
Ancak önce kitapçıda çalışmaya başlayacaktı. Hayatı o kitapçıda çalışırken içeri giren o yaşlı adamın söylediği şeyle tamamen farklı bir yol görünecekti hayatında.
Adem ise başlayalı üç hafta olmuştu isine alışmıştı bulunduğu yeri çok seviyordu hele her sabah gelen taze ekmek gibi kokan kitaplara bayılıyorum belki de bir kaç gün sonra kitapçıda okumadığı kitap kalmayacaktı ama hala ilk başladığı gün kitapçıya gelen adamın söylediği söz aklından çıkmıyordu
“Aranmaktadır bulunmaz ancak bulanlar hep arayanlardır.”
Neyi bulacaktı neyi arayacaktı ya aramak istediği hangi sokaktı hangi kitaptı. Akıl almaz düşünceler aklını sarsıyorken içeri birsinin girdiğini gördü biç’ kitap aradığını söyledi Adem yardımcı olarak hemen kitabı aradığını ve buldu kitap Adem’in en sevdiği kitaplardan biriydi “Gün olur asra bedel” tam da o gün Adem içinde asra bedel biç’ gün olacaktı. Kitabı alan genç kız ödeme yaparken çantasından bir defter düşürdü. Adem arkasından koştu ama yetişemedi
Defterin ilk sayfasını açtı ve okumaya koyuldu. Ufak dörtlüklerin yazıldığı bir şiir defteriydi. Adem sessizce okurken defteri arada bir dize dikkatini çekti
“Ortalık karışık ortalık sis ve duman
Nasıl kaybeder bulmadan insan “
Derin düşüncelere daldı kendinin bulamadığını kaybeden insanlar vardı.
Adem düşünceler içine dalmışken dükkâna yeni giren müşterinin “Kolay gelsin!” demesiyle sıçradı ve kendine geldi. Hemen defteri yeleğinin iç cebine koydu ve müşteriyle ilgilenmeye başladı. İşini çok sevmişti ve şu an burada olduğu için her dakika şükrediyordu.
Defterini düşürdüğünün farkına henüz yeni varan genç kız bugün bilmem kaç dükkâna girmiş hangi caddelerden geçmişti. Bir an dünyası başına yıkıldı, sokağın ortasında çöktü ve asfaltın o eskimiş rengini izlemeye başladı. Bu defter onun için çok önemliydi. İçinde en güzel anıları, en sevdiği şairlerin onu duygudan duyguya sokan dizeleri, iç sesinin kimseyle paylaşamadığı sırları ve daha nicesi vardı. Sanki bir parçasını kaybetmiş gibi hissetmenin yanı sıra ya birinin eline geçerse kaygısı da tüm bedeninin sarmıştı. Bütün gün yaptıklarını, nerede düşürmüş olabileceğini hızlıca düşündü. Geri dönüp gittiği her yeri arama gücünü bulurdu bulmasına ama hava kararıyordu. Eve geç kalamazdı çünkü ailesi bu konuda çok katıydı. Hem onu pek umursamıyorlar ne yaptığıyla ne hissettiğiyle ilgilenmiyorlar hem de geç kaldığında dünyanın en ilgili ebeveynleri gibi telaş yapıyorlardı. “ Kaç yaşına geldim hâlâ eve hava kararmadan gitmem gerekiyor” diye sitem etti bağırarak. Geç kalışına bir bahane bulamadı ve gözyaşlarını silip eve doğru yürümeye devam etti.
Adem günlük mesaisini tamamlamış ve sonunda okumak için sabırsızlandığı o defteri yeleğinin cebinden çıkarmıştı. Bir an durup genç kızı düşündü, farkında olmadan gülümsemeye başladı. Ne kadar güzel, saf ve çocuksu bir yüzü vardı. Bir an geçmişe gitti. Bu hisler zamanında Ayşe’ye duyduğu hislere çok benziyordu. Önce biraz korktu yeniden âşık olmak ve acı çekmek istemiyordu. Ayrıca kız kim bilir kimdi? Ona bakar mıydı hiç? Bu koca şehirde onu bir daha bulabilir miydi? Tam bunu düşünürken yaşlı adamın sözünü tekrar hatırladı “aranmaktadır bulunmaz ancak bulanlar hep arayanlardır.” İçinde bu sözle beraber yeşeren umut tohumunu sıkıca tuttu ve defteri heyecanla titreyen elleriyle yüzyıllar önceden kalma bir hazine sandığını açarmış gibi açarak Havva Öğretmeninin evine doğru ilerledi.
Adem, Havva Öğretmenin verdiği adresi sora sora ilerledi ve işte Havva Öğretmenin adresinde yazan Lale Gül Apartmanın önündeydi. İçindeki büyük özlem ve kalbinin hızlınan ritmiyle apartmana ilk adımını “Bismillah.“ diyerek attı. Merdivenleri basamak basamak çıkarken inşallah Havva Öğretmen müsaittir diye aklından geçiriyordu 3.kata varmıştı kapının dışında apartmanın gün ışığı alan katında tam pencerenin çaprazında saksıda bir bitki duruyordu. Havva Öğretmenin bitkilere olan ilgisini anımsadı öğretmeni sevgi dolu biriydi. Artık kapıyı çalma zamanı gelmişti zile bastı ve beklemeye başladı. İçeriden “Kim o?” diye seslenen öğretmenin narin sesini duydu Adem heyecanla “Benim, Adem.” diye cevap verdi. Kapıyı açar açmaz büyük bir sevinç duyan öğretmen: Adem, evladım hoş geldin diyerek Adem’in boynuna sarıldı ve hemen içeriye buyur etti. Kısa bir holden ilerleyerek oturma odasına geçtiler. Güneşin yavaş yavaş batmaya başladığı ikindi vaktinin kızıl huzmeleri odayı doldurmuştu. Havva Öğretmenin evi sade ve ferah bir eve benziyordu. Adem, öğretmeninin gösterdiği koltuğa oturdu ve soluklanması için öğretmenin verdiği bir bardak suyu bir solukta içti. Havva Öğretmen Adem’i, annesini, kardeşlerini teker teker sordu ve sohbet etmeye başladılar. “Adem evladım yeni işin nasıl gidiyor anlat bakalım.” diye devam etti Havva Öğretmen.
Adem; “bildiğiniz gibi kitapçıda çalışıyorum öğretmenim, işim güzel gidiyor hem yeni kitaplar da okumaya başladım sanırım yavaş yavaş buraya ve insanlarına alışıyorum.” dedi. Havva Öğretmen Âdem’de farklı bir halet-i ruhiye sezmişti. Adem’in ona bir şeyler anlatacağını hissediyordu. Adem boğazını temizleyerek söze başladı: Öğretmenim size bir şey anlatmak istiyorum, dün çalıştığım kitapçıya bir kız geldi ve çıkarken küçük bir defter düşürdü ardından gitsem de yetişemedim ve defteri açıp okumaya başladım. İçinde beni çok etkileyen sözler ve şiirler vardı. Kızın adını bile bilmiyorum ama içimde farklı bir his oluşuyor kızın masum yüzünü hatırladıkça. Biliyorsunuz ki daha önce de ilk kez Ayşe’ye karşı böyle hissetmiştim. Kızaran yanaklarıyla önünde bağladığı ellerine susup bakmaya devam etti.
Havva öğretmen Adem’in bu masum sevgisini hayran hayran izledi ve yüzünde tatlı bir gülümsemeyle konuşmaya başladı.
– Evladım, hislerini anlayabiliyorum ve insan herkese karşı böyle hissedemez. Belki kız tekrardan defterini bulmak için çalıştığın kitapçıya döner ve o zaman konuşma fırsatınız olur tanışabilirsiniz. Dertlenme evladım her şey olacağına varır bu dünyada ve eğer nasip olmuşsa bir şekilde bir araya tekrardan geleceksiniz.
– Adem: Evet, haklısınız dedikleriniz içimi rahatlattı öğretmenim.
Hava kararmaya ve Akşam ezanı okunmaya başlamıştı. Havva Öğretmen perdeleri çekip ışıkları açtı.
– Ademcim itiraz istemiyorum bu akşam benim misafirimsin dedi. Adem gülümseyerek peki öğretmenim diyebilmişti.
Akşam yemeği için Havva Öğretmen, Adem’e sevdiği yemekleri yaparak sofrayı hazırladı. İkisi de keyifli bir akşam yemeğinin ardından oturma odasında sohbet etmeye devam ettiler. Havva Öğretmen, Adem’in içindeki duyguları anladığını ve onun hissettiklerini yaşamasının önemli olduğunu vurguladı.
Adem, Havva Öğretmenin anlayışına minnettar bir şekilde teşekkür etti. Ardından, birlikte eski günleri yâd ettiler. Adem, okul yıllarını ve Havva Öğretmenin derslerini özlemle anlattı. Havva Öğretmen de o günleri hatırlayarak gülümsedi.
Saat geç olmuştu ve Adem, artık gitmesi gerektiğini düşündü. Ayakta kalktığında, Havva Öğretmen ona bir hediye verdi. İçinde birkaç güzel şiir ve öğretmenin kendi el yazısıyla yazdığı bir mektup vardı. Adem, bu jest karşısında duygulanarak teşekkür etti.
Adem, Lale Gül Apartmanı’ndan ayrılırken çok huzurluydu. Havva Öğretmenin öğütleri ve sevgisi, ona büyük bir destek olmuştu. Yolda yürürken, kızla karşılaşma umuduyla içi kıpır kıpır oldu.
Birkaç gün sonra, kitapçıda çalışırken o tanıdık masum yüzü gördü. Kız, defterini arıyordu.
Âdem’in içi içine sığamıyordu. Biraz heyecanlanmıştı sanki. Kendi kendine “Kendine gel Adem. Kızın yanına git ve konuş.”dedi. Kızın yanına doğru yürüdü. “Hanımefendi! Bu defter size ait galiba.”
Kızın gözleri dolmuş sanki kavuşamadığı birine yıllar sonra kavuşmuş hissiyle Âdem’e döndü mutlulukta sesi titreyerek “Teşekkür ederim. Bu defter benim için çok önemliydi.” dedi.
Adem deftere baktığını diyip dememekte kararsızdı. Kızı tanımıyor nasıl tepki vereceğini çözemiyordu. “Rica ederim…”
Kız arkasını dönüp çıkacakken dayanamayarak defterde kızın yıldızladığı önemli olduğunu düşündüğü bir sayfadan okuduğu Nazım Hikmetten mısralar döküldü dudaklarından”
Gözlerine bakarken,
güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma.
bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde,
kayboluyorum…
Kız afallamış değişik bir duygu içerisinde tanıdık gelen bu mısraları söyleyen Adem’e döndü.
Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum,
Durup dinlenmeden değişen ebedi madde gibi gözlerin:
sırrını her gün bir parça veren.
fakat hiç bir zaman;
büsbütün teslim olmayacak olan…”
Adem’in yüzünde bir tebessüm oluştu. Aslında tedirgindi kızın şiiri tamamlamasını beklemiyordu. Bu onu mutlu etmişti. Adem bunları düşünürken. Kız tebessümle konuşmaya devam etti; “Nazım Hikmet… Şiirlerini çok severim ve en sevdiğim şiiridir.”
Adem “Ne güzel sanırım Edebiyat ile ilgilenmeyi seviyorsun.”dedi. Kız tam cevap verecekken telefonu çaldı.
“Tekrar teşekkür ederim. Gitmem gerek.” dedi kız. Adem” Rica ederim bu arada Adem ben bi’ kitap ihtiyacın olursa yardımcı olurum ” diye de ekledi.
Kız utangaç bir tebessümle “Ben de Zeynep” diye ekledi ve arkasını dönerek kitapçıdan çıktı.
Adem sanki bir rüyanın içinde gibi hissediyordu. Zeynep. O güzel onu büyüleyen mavi gözlerin sahibi Zeynep…
NOT: BU ESER KOR DERGİSİ YAZARLARI TARAFINDAN ORTAKLAŞA YAZILMIŞTIR.