KÜÇÜK KALPLERİN BÜYÜK SAVAŞI

“Bazen en cesur savaşçılar, en küçük yüreklerde yaşar.”
Benim savaşım, beş yaşında başladı. O yaşta öğrendim ölümün soğuk nefesini, acının ağır kokusunu ve insanın ellerini en sıcacık tutan şeyin dostluk olduğunu.
Hastane… Başka çocuklar için ürkütücü bir yer olabilir ama benim için dünya oradan ibaretti. Odamın köşesi bir kale gibiydi; küçük ama bana ait. Her gün aynı duvarlara bakar, aynı sesleri dinlerdim: serum damlalarının ritmik tıkırtısı, hemşirelerin ayak sesleri, uzak odalardan gelen ağlama sesleri…
Pencerenin önünde saatlerce otururdum. Dışarıdaki çocukların koşuşturan ayaklarını, çimlere düşen gölgelerini izlerdim. Onlar baharın taze rüzgârında uçurtmalar uçururken, benim düşlerim tavana çizilmiş silik şekillerde saklıydı.
Annem hep yanımdaydı. Ama ne zaman gözlerine baksam, içinde derin bir yorgunluk, sessiz bir ağrı görürdüm. Geceleri uyuduğumu sanarken usulca ağladığını duyardım.
Babam elimi tuttuğunda parmaklarının titrediğini hissederdim. Korkusunu saklamaya çalışsa da kalbinin hızla atışını duyabiliyordum. Onlar bana umut vermeye çalışırken, ben onların sessiz çöküşlerini izliyordum.
Bir gün, odamın kapısı yavaşça aralandı. Kapıdan içeri giren, başını gururla taşıyan bir kızdı. Gözlerinde güneş gibi bir parıltı vardı, sanki içinde koca bir evren taşıyordu.
“Merhaba” dedi, sesi kuş tüyü kadar hafifti. “Burada oturabilir miyim?
Donup kaldım. Kimse bana böyle sormamıştı. Genelde insanlar gelir, acıyarak başımı okşar, gözlerini kaçırır ya da susup giderdi. Ama bu kız… Gözlerimin içine baktı.
İlk defa, birinin beni sadece “hasta çocuk” değil, sıradan bir insan gibi gördüğünü fark ettim. Kalbim garip bir şekilde ısındı.
Başımı usulca salladım. Yanıma oturdu, pencereye baktı.
“Ben Ayça” dedi.
Adını söylerken sesinde bir melodi vardı. Gülümsedim. O anda, sadece bir dostla değil… Bir umutla tanıştığımı hissettim.
Saçları yoktu ama yüzünde öyle bir ışık vardı ki bunu fark etmek bile istemedim. O da benim gibi pencere kenarında oturmayı, dışarıdaki dünyaya hayallerle dokunmayı seviyordu. Belki de bu yüzden, onunla konuşmadan bile anlaşabiliyorduk.
Günler geçti, aylar aktı. Hastane koridorları bizim oyun bahçemiz oldu. Serum askılarımızı yarış arabasına dönüştürdük, hemşireleri yakalamaca oynarken şaşkına çevirdik. Geceleri, karanlık çöktüğünde bile fısıltılarımız odayı aydınlatıyordu. “İyileşeceğiz, değil mi?” diye sorduğunda, cevap vermeme gerek kalmazdı. İkimiz de biliyorduk: Umut, bir çocuğun içindeki en güçlü ilaçtı.
Ama bazı günler… O parlak umut bile soluyor, içimizdeki küçük savaşçı susuyordu.
Tedaviler ağırlaştıkça, yalnızca bedenimiz değil, hayallerimiz de yoruluyordu. İğnelerden, ilaçlardan ya da başımızdaki soğuk bezlerden değil… Asıl canımızı yakan, pencerenin ardındaki hayatı izlemekti. Koşan çocukları, okul çantalarını sırtına vurmuş gençleri, dondurma yiyen kardeşleri…
Bir gece Ayça, yorganın altına girip sessizce ağladı. Bunu saklamaya çalışsa da, yüzünü yastığa bastırsa da fark ettim. Sessizliğinde bile kırılmış bir ses vardı.
Yanına yaklaştım, elim eline değdi. “Bir gün buradan çıkacağız,” dedim. “Ve kaybettiğimiz her dakikanın acısını çıkaracağız.”
Cevap vermedi. Ama parmaklarını parmaklarıma doladı. Ve o an anladım: bazen umut, yalnızca bir cümle değil, bir dokunuşta gizlenirdi.
Doktorlar o sabah odaya girdiklerinde, yüzlerinde alışılmadık bir parıltı vardı. Önce bir şey demediler, sadece gülümsediler. Kalbim deli gibi atmaya başladı. Sonra, kelimeler döküldü:
“Tebrikler… Kazandınız.”
Bir an, zaman durdu. Ayça’yla göz göze geldik. Hiçbirimiz konuşamadık. Sanki o sözcük, gerçek olamayacak kadar güzeldi. Sesler boğuklaştı, nefesim daraldı, boğazıma bir yumru oturdu.
Annem dizlerinin üzerine çöktü, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Babam beni kucağına aldı, yıllardır ilk kez bu kadar hafif hissettim kendimi. Sanki hastalık bedenimden değil, ruhumdan çıkmıştı.
Ayça kahkahalarla “Ne demiştim sana!” diye bağırdı, ama sesi titriyordu. Sonra sarıldık; o an, yalnızca iki çocuk değil, iki savaşçı birbirine sarılmıştı.
Hastane kapısından birlikte çıktık. Güneş, uzun zaman sonra ilk kez yüzümüze vurduğunda, sanki yıllardır karanlıkta kalmış bir çiçek açtı içimizde. Bambaşka bir sıcaklık, bir yaşam isteğiyle dolu hissettik. İyileşmek, sadece hastalıktan kurtulmak değildi; iyileşmek, hayatın tadını yeniden alabilmekti.
Şimdi 12 yaşındayım. Ayça hâlâ en iyi arkadaşım. Bazen saçlarımızın rüzgârda nasıl savrulduğuna bakıp gülüyoruz. Ama en çok, zor zamanlarımızı unutmamak için birbirimize sıkı sıkı sarılıyoruz.
“Çünkü bazı yaralar iziyle kalır, ama gerçek dostluk, her izde bir iyileşme, her hatırada bir güç bırakır.”