RÜZGÂRLA GELEN

Arabanın arka koltuğundayım. Annemin kucağında, güvenli, korunmuş bir hâlde. Cümbür cemaat denize gidiyoruz. O yaşta, deniz sadece bir yer değil; koca bir heyecan, bir macera, bazen de serin bir kaçış. Güneş yakıyor tepemizi ama biz, çocuk aklıyla, onun kavurucu sıcaklığını denizin tuzlu serinliğinde unutmaya niyetliyiz.
Camlar açık. Arabada bir rüzgâr var ama yeterli değil; saçlarım savrulmuyor, yüzüm tam doyamıyor o esintiye. Camdan içeri giren havayla yetinemeyince, kafamı koltuğun arasına sokuyorum. Daha da yaklaşıyorum cama, sanki ne kadar yakın olursam, o kadar çok hissedeceğim özgürlüğü. O çocukça özgürlük isteğiyle uzanırken bir ses geliyor kulağıma: “Oğlum, yapma öyle, sana bir şey olacak.” diyor Annem. Her zamanki gibi korumakla uyarı arasında duran bir tonla sesleniyor bana.”
Yıllar geçti. Şimdi bir metrodayım. Camlar tam açılmıyor, ama hafif aralık. Oradan sızan rüzgâr vuruyor yüzüme. Ve birden, sanki zaman bükülüyor. O arka koltuk, o deniz yolculuğu, o yaz güneşi… Hepsi yeniden beliriyor gözümde. Metro camından içeri giren bu şehir rüzgârı, beni alıp götürüyor. Yüzümde esen o tanıdık rüzgâr, içimde saklı bir yerin kapısını aralıyor.
İnsan büyüyor ama bazı şeyler eksilmiyor içinden. Camdan gelen rüzgâr hâlâ aynı rüzgâr. Yüzümde aynı merak, içimde aynı çocuk. Sadece annemin sesi biraz daha uzaktan geliyor artık. Bazen bir hatıra oluyor, bazen rüyama uğruyor, bazen de rüzgârla birlikte yeniden dönüyor.
Ve o rüzgâr, her seferinde beni alıp götürüyor.
İçimde saklı kalan en küçük halime.