SESSİZLİĞİN YANKISI – 4. BÖLÜM

Anahtarı elime aldığımda, bir an için parmaklarımın arasından kayıp gidecekmiş gibi hissettim. Soğuk, metalin ötesine geçen bir ağırlık taşıyordu. Bu yalnızca bir anahtar değil, bir tür mühürdü. Onu çevirdiğim anda, geçmişin zincirleri kırılacak ve neyin serbest kalacağını bilmeden o kapıdan geçmek zorunda kalacaktım.
Karanlığın içindeki kapıya yaklaştıkça, çevremdeki hava ağırlaştı. Fısıltılar artık yankılanmıyor, doğrudan zihnime sızıyordu. Anlamlarını çözemedim, ama hissettirdikleri açıktı: Kaç. Şimdi kaç. Ama kaçmak bir seçenek değildi.
Anahtarı yavaşça kilide yerleştirdim. O anda her şey sustu. Sanki dünya nefesini tutmuş, kapının açılmasını bekliyordu. Döndürdüm. Kilit, iç içe geçmiş dişlilerin birbirine sürtünmesiyle açılırken duvarlar titredi. Kapı, kendiliğinden aralandı ve arkasında hiçbir mantığın var olamayacağı bir dünya belirdi.
Zamanın ve mekânın sınırlarını aşan bir boşluktu burası. Ne yukarı vardı ne aşağı. Gözlerim gökyüzünü aradı ama bulamadı. Yere bakınca da aynı şey oldu. İçinde süzüldüğüm, sürekli değişen bir boyutun içine çekildiğimi hissettim. Sonra… Gölgeler hareket etmeye başladı.
İlk başta, basit şekillerden ibaret gibi göründüler. Ama zamanla, şekillendiklerini fark ettim. İnsan silüetleri… Ama eksiklerdi. Yüzleri belirsizdi, hareketleri kopuk ve doğal olmayan bir akıştaydı. Bana doğru yaklaştılar.
“Kim onlar?” diye sordum, ama sesim yoktu. Yalnızca düşüncelerim yankılanıyordu.
“Seninle aynı yolu yürüyenler.”
Arkamda birinin durduğunu hissettim. Yavaşça döndüğümde, o kadınla tekrar karşılaştım. Ama bu kez gözlerinde bir açıklık, bir netlik vardı. O, artık sadece bir yankı değil, bir gerçeklikti.
“Onlar neyin yankısı?” diye sordum, gölgeler bana daha da yaklaşırken.
Kadın yüzüme baktı. “Unutulanların.”
Anlamaya başlamıştım. Bu konak, bu dünya, bu fısıltılar… Hepsi geçmişte kaybolanların anılarıydı. Ama bu hatıralar yalnızca sessizce var olmak istemiyordu. Bir şeyler eksikti, tamamlanmamış bir döngü, açığa çıkmamış bir sır…
Gölgeler beni sararken, içlerinden biri aniden daha net hâle geldi. Şekilsiz bedeni yoğunlaştı ve yüzü belirdi. Donup kaldım. Çünkü o yüz benimkine aitti.
“Bu imkânsız…”
Ama o konuştu. Sesimle.
“Gerçek, yalnızca ona inanmadığında imkânsız olur.”
Geri çekilmek istedim, ama ayaklarım artık bana ait değildi. Gölgeler bedenimi sardıkça, onların içindeki hikâyeleri gördüm. Karanlık ritüeller, unutulmuş antlaşmalar, geçmişte yapılan hatalar… Ve en korkuncu, benim orada olmamdı. Yüzyıllar önce, bu döngünün başlangıcında ben de vardım. Burası benim geçmişimdi, ama ben bunu unutmuştum.
Kadın bana yaklaştı. Elinde bir şey vardı. Eski, çatlamış bir aynaydı. Bana uzattığında, onun içine bakmaktan korktum. Ama kaçış yoktu. Gözlerimi yavaşça aynaya kaldırdım ve gördüğüm şey gerçekliği paramparça etti.
Aynadaki yansımam… Benim değildi.
Ben artık yalnızca kendim değildim. Yüzyılların hatalarını taşıyan bir yankıya dönüşmüştüm. Ve şimdi, seçim yapmalıydım. Ya bu döngüyü kırıp sonsuz karanlığı serbest bırakacaktım ya da burada, zamanın içinde kaybolarak diğer yankılarla birleşecektim.
Kapının eşiğinde durdum. Kadın gözlerimin içine baktı.
“Seçimini yap,” dedi.
Ve ben, titreyen ellerimle, kararımı verdim.