SEVDA YERİNDE
Ofis odasının derin sessizliğini masa üstündeki saat sesi bozuyordu. Tik tak tik tak. Ahmet Bey oturduğu sandalyede iki yana sallanıp dururken, gözleri kıpırdamadan saatin yelkovanına hüzünlü bir bakışla dalıp gitmişti. Aradan fazla zaman geçmeden, oda kapısı hırçın bir cilveyle açıldı. Gelen ise Ahmet Bey’in hanımı Hale Hanım idi. Kapı gıcırtısının yüksek gürültülü sesinden hiç etkilenmemişti bile Ahmet bey. Hala gözleri saatin yelkovanına bakıyordu. Şaşkın ve tedirgin olan Hale Hanım hafifçe Ahmet Bey’e yaklaşarak omuzuna dokunup, korkutmamak için kısık bir sesle seslendi. “Ahmet Bey, Ahmet bey” Ahmet bey yumuşak bir titremeden sonra o dalgın bakışını derin bir nefes çekerek, hanımı Hale’ye çevirdi.
Hanımına “Söyle, can yoldaşım” diyerek iç dünyasından çıkıp kendine geldi Ahmet Bey. Hale Hanım’ın yüzündeki meraklı ifade gözlerinden kaçmamıştı Ahmet’in ve ardından beklediği soru da ışık hızıyla geldi. “Neden dalgınsın böyle, canın bir şeylere mi sıkkın?” diye sordu karısı. Bir mesele vardı elbet ama henüz Ahmet Bey bunu kendine bile itiraf edemezken ne söyleyebilirdi ki eşine. “İşlerin yoğunluğundan…” diyerek geçiştirdi ve devam etti, “Asıl sen söyle, bir durum mu var, nedir sendeki bu heyecan?” Ne kadar ilk odaya girdiğinde Ahmet’teki dalgınlığa şaşırsa da, Hale Hanım’da gerçekten de bir heyecan vardı, gözlerindeki pırıltı ile müjdeli haberi verdi, “Hamileyim, baba oluyorsun!” dedi. Şimdi şaşkınlık sırası Ahmet’e geçmişti, bir yandan mutlu oluyor diğer yandan iç dünyasındaki buhranlar onu düşündürüyordu.
Saate baktığı o lahzada dünya bir anlığına durmuştu, kendi içinde düşüncelere dalıp kaybolduğu o anlarda hayatı zaman ve mekân minvalinde sorguluyordu. Aklına Necip Fazıl’ın bir sözü gelmişti.
“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.”
Sonra zihninde hep dolaşan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki o söz vardı: “Beni adam eden saatlerdir.” Zamanın değerini bilememenin verdiği huzursuzluk Ahmet Bey’de kendini göstermişti. Saatlerini ayarlayamadığı hayatından akıp giden o kayıp zamanına acıdı. Bir zamanlar insanları çok etkileyen, hatta uyanışına vesile olacak nice şiirler ve yazılar kaleme almıştı. Lakin şu an sanki mürekkebi kurumuş, adeta eli kalem tutmaz olmuştu. O günlerini hatırlayıp hayıflandı haline.
Onu en çok üzen şey artık tesirli yazamıyor oluşuydu. Nerede yitirmişti kalplere şifa olacak metinler yazabilme yeteneğini… Nerede kaybetmişti o ilhamı? Allah’tan uzaklaştığı için mi olmuştu bu? İlham sonuçta Allah’tan geliyordu, zerreden arşa bütün kâinat O’nun emrindeydi.
Şimdi ise yeni haberle daha da derinleşti Ahmet Bey’in iç âleminde yaşadığı sancılar. “Böyle güzel bir haberi hak edecek ne yaptım?” diyordu kendi kendine, “Baba olmaya hazır mıyım?” “Kendime bir faydam yokken evladıma ne katabilirim ki?” Güzeller güzeli Hale’siyle birkaç yıllık evliydi, mutluydular ama tek bir sorun vardı o da dünyanın güzelliklerine çok fazla dalmışlardı ikisi de. Sırf bu dünya için yaratılmadıklarını, oralarda bir yerde öte âlemin de olduğunu düşündükçe içten içe kendini yiyordu. Hale ile tanıştıktan sonra yazmaya zaman ayıramamış, azar azar uzaklaşmıştı.
Ahmet Bey’in içindeki derin huzursuzluk bir tarafta, Hale’nin gözlerindeki pırıltıyla verdiği müjdeli haber diğer tarafta, oda ağır bir sessizliğe büründü. Hale’nin yüzündeki heyecan, Ahmet’in yüzündeki karmaşayı görmezden gelerek devam etti. “Ahmet, bu haber bizi tekrar biz yapabilir. Bunu hissetmiyor musun?” dedi, yumuşak bir sesle. Ahmet bir an durdu, gözlerini karısının gözlerinden ayıramadı. Bu kadar temiz bir sevgi ve umut dolu bir ifade karşısında kendi içindeki karanlıktan utanır gibi oldu.
“Evet,” dedi zayıf bir gülümsemeyle, “Belki de haklısın. Belki de bu bir işarettir. Hayatıma tekrar yön vermek için bir fırsat…” Sözlerinin devamını getiremedi, boğazında düğümlenen kelimeler ona geçmişin ağırlığını bir kez daha hatırlattı.
Hale, Ahmet’in elini tuttu, sıkıca kavradı. “Geçmişe saplanıp kalmanın kimseye faydası yok Ahmet. Biz birbirimiz için varız ve şimdi artık üç kişi olacağız. Bu, Allah’ın bize bir hediyesi? O, bize güveniyorsa sen de kendine güvenmelisin.”
Bu sözler Ahmet’in zihninde yankılanırken, masanın üzerinde duran eski defterine gözü ilişti. Bu defter, bir zamanlar Ahmet’in en kıymetli hazinesi olan, hayalleri, fikirleri, şiirleri ve hikâyeleri sakladığı defterdi. Ama o defteri açmayalı ne kadar uzun zaman olmuştu… İçinde bir kıvılcım yandı. Hızla masaya uzandı, defteri eline aldı ve sayfalarını karıştırmaya başladı. Sayfaların arasında yıllar önce yazdığı bir cümle gözüne çarptı:
“Her yeni gün, insanın kendi ruhuyla barışması için bir fırsattır.”
Bu söz, o an kalbine dokundu. Hale haklıydı. Belki de baba olacağı gerçeği, ona kendi içindeki kırıklıkları onarma gücünü verebilirdi. Gözlerini yeniden Hale’ye çevirdi ve derin bir nefes aldı.
“Hale,” dedi, “bu haber, beni yeniden diriltti. Belki de yazmaya, düşünmeye, kendimi bulmaya yeniden başlamalıyım. Bu sadece bizim değil, doğacak çocuğumuzun da geleceği için önemli.”
Hale’nin yüzünde tatmin dolu bir gülümseme belirdi. “Birlikte başaracağız Ahmet,” dedi. “Hem birbirimiz için hem de evladımız için…”
Ahmet’in zihni, bir zamanlar hissettiği o eski ilhamın kıvılcımlarını yeniden duymaya başlamıştı. Yeni bir başlangıcın kapısı açılmış gibiydi ve bu kez o kapıyı ardına kadar açmaya hazırdı. Defterin boş bir sayfasını açtı ve yazmaya başladı:
“Zaman, insanın ruhundaki yansımasıdır. Ve her an, onu güzelleştirmek için bir fırsattır…”
“Fırsatlar insanın önüne serilmiştir, bu sergiden mahrum kalmamak gerekir.”
Ahmet, içindeki heyecan ve kavuşma arzusuyla tüm karanlıkları silmişti çevresinden, zihninden … Hale’ye olan aşkı, tutkusu daha da artmış; onu kendine bir “güvenli liman” seçtiği kesinleşmişti. Bundan sonra olacak olanlar olması gerekenler hep akışın içinde netlik kazanacaktı, zaten neticelendirilemeyen düşüncelerin hepsinin beyhude olduğu kesinleşmişti. Bu haber öyle bir haberdi ki… Küstüğü kalemiyle barışmış, uzun süredir fark edemediği her hali fark etmeye başlamıştı. Bunca zaman gözleri kapalıymış da şimdi açılmış gibi… Masanın üzerindeki ışığa ilişti gözü, nasıl da aydınlatıyordu kağıdı ve kalemi… Hatta yüreğini… Haleyle benzerlik kurdu ışık arasında, Ahmet’in de hayatını aydınlatmıştı Hale… Şimdi bir de çocuk verecekti Ahmet’e. Ya Hale gibi güzel bir kızı olursa, gözleri yeşille bal köpüğü arasında giden, saçları karamel renginde, teni akşam güneşi parıltısında… Ya da oğlu olursa aynı kendine benzeyen, geniş omuzlu ve gür siyah saçlı… Ahhh! Hayali bile dişlerini sıktırdı Ahmet’e… Hep duyduğu “baba olmak daha önce tadılmamış bir duygu” ifadesini şu an iliklerine kadar hatta hücrelerine kadar yaşıyordu. Belki de bu heyecan, bu cezbe hali onu delirtecekti. Belki de tüm aydınlıklar insanı delirtmek içindir yahut tüm bilgelik aklı kaybetmekte gizlidir..!
Gel zaman git zaman, Hale’nin karnı gün geçtikçe daha da çok şişti. Şimdilerde bebeğimiz tam altı aylık oldu. Yazma istediğim gittikçe artarken aşkımızı anlatan romanı bitirmeme çok az kaldı. Bu romanda Hale ile kendimi daha genç ve tutkulu yazdım. Genç Ahmet her fırsatta Hale’ye cilve yapıyor ve onu mutlu etmek için elinden gelen her şeyi yapıyor.
İlk tanışmamızı anlattım bu romanda. İlk zamanlar birbirini hiç görmemiş iki mektup arkadaşıydık. Postanede karışmış mektubu. Yeni taşınmış olan arkadaşına gönderecekmiş aslında. Kazara bana gelen mektubu açtım ve adresine bir karşı mektup yazarak kendimi tanıttım. Ona mektup arkadaşı olmaya teklif ettim. Daha bir hafta bile olmamışken delicesine görmek istedim onu. Kalemi bu derece harika olan kadını tanımak istedim. Öyle ki bu kadın benim ilham meleğim olmalıydı.
İlk görüşte aşık oldum Hale’ye. Bahsettiği kadar güzel bir kadındı. İlk buluşmamız bir çay bahçesindeydi. Yeşilliklerin arasında o güzel yüzünü seyrettim doyasıya. Ağzından çıkan her bir kelimeyi hafızama kazımaya yemin ettim. Kaybolmuş ruhuma ışık tutan bu eşsiz güzele gönlümü kaptırdım.
Roman, binlerce ilkle dolu. Onunla geçirdiğim birkaç senede yaşadığımı hissettim. Evet, kabul etmeliyim ki umutsuzluğa kapıldığım çok an oldu. Çaresizdim, tükenmiştim ama Hale ve minik kızımız Masal bana yeniden yaşama umudu verdi.
Evet, bir kızımız olacak. Annesine benzemesi için her gece yalvardığım güzeller güzeli bir kızım olacak. Onda hiçbir şeyi eksik bırakmayacağım. Hale’nin çocukluğunda göremediği baba sevgisini ona verdiğim kadar küçük Masal’ıma da vereceğim ve ona annesiyle babasının dillere destan masalını anlatacağım bu kitapta.
Çünkü bunu sonuna kadar hak ediyordu. Her insan bir aileyi hak ederdi ne de olsa. Benim bir ailem olmasa da bir ailem vardı ve ben bu aile için elimden geleni yapacağım.
Verdiğim sözün üstünden geçen 3 ayda, bebeğimiz oldukça büyümüştü ve doğum için gün sayar olmuştuk. Kızımızın odası, yatağı, eşyaları, her şeyi hazırdı. Sabırsızlıkla gelmesini bekliyorduk. Son günlerde olduğumuz için evden çıkmıyor ve Hale’yi yalnız bırakmıyordum. Evden çalışarak ona da kızıma da bakıyordum. Çalışma odamdan çıkıp mutfağa gidecektim ki kızımızın odasının önünden geçerken gelen sesle duraksadım. Hale Masal’a masal okuyordu.
“Gel zaman git zaman prenses, çobana aşık olmuş. Ama ülkenin kralı olan babası buna karşı çıkmış. Bir prensesin çobanla aşk yaşamasını uygun bulmamış. Ama aşk bu. Hiç söz dinler mi prenses? Saraydan kaçmış ve çobanın kaldığı kulübeye gitmiş. Ondan sonra çok zorluk yaşamışlar, çok badire atlatmışlar ama asla aşklarından ve birbirlerinden vazgeçmemişler. Kral da bunu anlayınca kabullenmiş ve önlerine engel olmaktan vazgeçmiş. Hatta torununu o kadar sevmiş ki o sert kral gitmiş sanki yerine pamuk gibi biri gelmiş. Sürekli oyunlar oynamışlar, eğlenceler yapmışlar. Kral, prenses, çoban ve küçük kızları sonsuza kadar mutlu yaşamışlar.”
Gözlerim dolmuştu. Hale’nin bizim hikayemizi kızımıza anlatması, umudu neredeyse ağlatacaktı beni. Belki de doğru söylüyordu ama. Belki de bize ilaç olacaktı Masal, yaralarımızı saracaktı.
“Annem bana masallar anlatır, babam şiirler okur; evde musiki hiç eksik olmaz.” Böyle yazıyor genç kız günlüğünün yeni sayfasına. Yeşil gözleri ve gür saçları var. İşte şüphesiz o anne ve babasından olma. Gözleri cama kaydı ve oradan da göğe yükseldi. Yeni ay serin kış gecesinde en çıplak haliyle orada. Hayatın zihninde doğurduğu her şeyi düşündü. Yirmisine gelişini ve yirmi birine atlayışını. Derin bir nefes aldı ve daima masasında duran o kitabı açtı.
İlk baskı yazıyor bu sayfaları sararmış notlarla dolu kitap ismi “Sevda Yerinde” işte bu kendisini dünyaya getiren hikâye. Bir masal ile başlar. Bir çoban ile prensesin masalı ile. Masallar böyledir işte daima imkansızı imkanlı yapar. Katı kralların taştan kalbi yumuşar. Ejderhalar uçar, prensesler çobanlara âşık olur, kırk gün kırk gece düğün eder yeryüzü böylece.
İşte sevgili babası, o çoban. Elinde kavalından farksız olan kalemi ve dudaklarında türkü misali tüten şiirleri. O sebeple vermek istememiş dedesi annesini. Yine de aşk bu ya, sevmekle başlayan sevda, bir kere yerini buldu mu bırakır mı hiç? Bırakmamış elbette. Dere tepe düz gidilmiş, dağlar aşılmış; babasının kalemi kılıçtan keskin olunca, şu meşhur dergide baş yazarlığa geldiğinde işlerin rengi değişmiş. Nihayetinde de dedesi kadere razı gelmiş. Tebessümle okuyor rastgele sayfadaki şu sözleri: “Bir masal yazacağız sevdiğimle, öyle bir masal olacak ki asırlarca dilden dile, gönülden gönle fısıldanacak, destan olacak.”
Öyle oluyor şüphesiz. Yarın babasının yeni kitabının çıkış günü. Bu sebeple bir söyleşi ve imza düzenleniyor büyük bir konferans salonunda. Davetli listesi upuzun ve çoktan sosyal medya yıkılmış baştan aşağıya. İşte bu hikâye genç kızı gülümsetiyor bir kere daha, günlüğüne yazmaya devam ediyor.
“İşte böyle bir ailem var benim. Zorluklara el ele tutuşup göğüs geren. Kavga sonunda birbirlerine sarılan. Bu yüzden olsa gerek ben hep onlara imrenip durdum; gönlüm hep onlar gibi seveceğim birini aradı durdu. Ondan olsa gerek şimdilerin hızlı yaşayanları arasında ben neredeyse hiç yok gibiyim. Tek seveceğim birini bekliyorum sanırım. Şiirler okuyup en güzel tebessümle yanında duracağım birini. Aramak gerekmiyor, zira zamanı gelince olacağını aşkın da beni yakacak olduğunu pek iyi biliyorum. Yine de bu aralar bu arzum daha yoğun. Kendimi yalnız hissedişimden olsa gerek diyotum bazen ama bu his, bu eksiklik bir türlü benden gitmiyor.”
Günlük cümleleri karışık ve kesik nihayetinde ancak bunu o iyi biliyor. Kapatıyor defteri. Işıkları söndürüyor ve yatağına yatıyor. Dualarını okuyup uykuya dalıyor. Nihayetinde yarın pek koşturmalı geçecek… Ve ondan da önemlisi defterindeki dileği tutuyor bir melek.
Rüyasında bir tebessüm görüyor Masal. Köpük rengi kıvırcık ve dalgalı arasında saçlar ve beyaz bir ten. Sonra o güzel sesi işitiyor: “Geç kaldığım için özür dilerim.”
Sabah alarmın sesiyle uyandığında, evdeki stresli ama bir o kadar da heyecanlı konuşma seslerini işitti Masal. Ne olduğuna anlam veremeyip boş boş etrafa bakarken birden bugünün büyük gün olduğunu hatırladı. Coşkulu bir heyecanla yerinden fırlayıp üzerini giyindi. Ardından anne ve babasına sarılıp “hazır mıyız masal aşıkları” diye bir espri yaptı kendince. Hep beraber gülüşerek evden çıktılar. İmza gününün gerçekleşeceği fuara geldiklerinde babasının büyük bir hayran kitlesi olduğunu fark etti. Babasının bu günlere gelmek için neler yaptığını, annesinin ne sıkıntılar çektiğini çok iyi biliyordu. Duygulandı, gözleri doldu fakat ailesine bir şey belli etmek istemediği için etrafına odaklanmaya başladı. Hayranlarla sohbet edip tanışıyor, kitap satışı yapıyordu. O sırada kalabalığın ortasında gözlerini ona dikmiş birini fark etti. Önce biraz ürkse de sonra bu bakışlarda bir anlam yattığını hisseti. Hemen gözlerini kaçırıp babasının hayranları ile sohbet etmeye devam etti.
Yorucu sabahın ardından öğle vakti gelmişti. Anne ve babasından etrafı dolaşmak için müsaade istedi. Karnı da acıkmıştı zaten. Yiyecek bir şeyler ararken yine aynı kişiyle karşılaştı. En fazla kendinden birkaç yaş büyük, oldukça yakışıklı biriydi. Bu sima Masal’a bir yerden tanıdık gelse de kesinlikle daha önce tanışmadığına emindi. O sırada dün gece gördüğü rüya aklına geldi. “Evet, Bu o!” diye bağırdı birden. Rüyasında geç kaldığı için ondan özür dileyen kişiydi bu. Masal şaşkınlıkla ayakta durmakta güçlük çekse de gizemi çözmek için genci takip etmeye karar verdi.
Aradan neredeyse bir saat geçmişti. Genç birkaç kitap satın aldıktan sonra Ahmet Bey’in standına doğru gitmeye başladı. Masal, genç adamın o tarafa doğru gittiğini görünce heyecanlandı ve içinden “keşke şu an standta olsaydım” diye geçirdi. Neden böyle bir şey düşündüğüne anlam veremese de o an bunu çok önemsemedi. Gencin kendisini aradığını biliyordu. Bu bilginin ona nereden geldiği ya da bunu nereden çıkardığı hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Ama bundan çok emindi. Genç adamın gözleri Masal’ı aramıştı.
Ahmet Bey standına gelen bu genci güler yüzle karşıladı. Kitabını imzalayıp not bırakmak için gence adını sordu. “Adım Nâzım” dedi genç. “Edebiyatla ilgili oluşun adında saklıymış” diye bir espri yaptı Ahmet Bey. “Biliyor musun Nâzım, yıllar önce beraber dergi çıkarmak için birçok şeyi feda ettiğimiz bir arkadaşım vardı. Mehmet. Oğlu olacağını öğrenince kendine daha iyi bir iş bulması gerekti. Bıraktı bu işleri. Ama uzun yıllar aklı hâlâ buradaydı, biliyorum. O da oğlunun adını Nâzım koymuştu. Oğlu doğduktan birkaç yıl sonra bir trafik kazasında kaybettik onu. Çok iyi bir dosttu. Seni görünce aklıma o geldi” dedi Ahmet Bey. Nâzım bunu duyunca buruk bir gülümseme ile “biliyorum” dedi. Ahmet Bey şaşırdı. “Mehmet’in oğlu Nâzım benim”…
Beyaz bir ışık süzmesinin ardından Nâzım çıkageldi. Yüzünde bir gülümseme ile Masal’ın yanında durdu. O an Masal’ın kalbinden çıkan bir sarmaşık, dolanıp Nâzım’ın kalbini sardı. “Sarmaşık” dedi bir ses. “Sarmaşık ile aşk bağlantısını bilir misiniz? Bilmezseniz de şimdi hissettiniz”… Derin bir nefes ile aniden gözlerini açtı Masal. Bu Nâzım’ı kaçıncı kez rüyasında görüşüydü bilmiyordu. Bütün bu rüyaları Nâzım’ın ve babası Mehmet’in hikayesinden etkilendiğini düşünerek gördüğüne yormak istese de Nâzım’ı tanımadan önceki gün gördüğü rüya her şeyi bozuyordu.
Ahmet Bey her gün Nâzım ile telefonda görüşüyordu. Çünkü bunca yıl ona sahip çıkmak isteyip çıkamamıştı. Nâzım’ın annesi, eşini kaybettikten sonra depresyona girmiş; her şeyden ve herkesten uzak durmak istediği için başka bir şehre taşınmıştı. Ne bir numara ne de bir iz yoktu. Nâzım ona arkadaşı Mehmet’in emaneti gibiydi. Masal’dan iki sene önce dünyaya gelmişti. Bebekliğini biliyordu ama sonrası habersiz geçen senelerden ibaretti. Masal tüm hikayeyi yıllar önce babasından dinlemişti. Bu hikaye her defasında Masal’ın babasını kaybetme korkusunu tetikliyor sonra da acaba oğlu ne yapıyordur şimdi diye merak ettiriyordu. Nâzım’ı ve babası Mehmet amcayı, annesini hep hayalinde canlandırıyordu. Belki de Nâzım’ı ilk gördüğü günkü aşinalık bundandı. Sonunda annesi Hale’ye gelip itirafta bulundu. “Anne, ben galiba Nâzım’a âşık oldum…”
Uzun bir sessizliğin ardından Hale Hanım kızına sarıldı. “Biliyor musun kızım, baban ve Mehmet amcan aralarında bu işin şakasını yapardı. Mehmet Bey, oğlu doğduktan sonra babana ‘senin de kızın olsa da benim oğlanla evlense’ diye espri yapardı. Baban da ‘benim kızımla evlenmek kolay olmaz ama seni severim Mehmet, bunu bir düşüneceğim’ deyip gülerdi. Sen doğduktan sonra da ‘sonunda geldi benim gelinim’ diyerek sana bilezik şeklinde emzik almıştı. Onu hâlâ saklıyorum. Bebeklik eşyalarının olduğu kutunun içinde duruyor”.
Masal duydukları karşısında hem çok şaşırmış hem de sevinmişti. Hemen kutuyu alıp emziğe baktı. Onu Nâzım’a göstermeyi ne çok isterdi. Belki de gösterebilirdi. Sadece biraz cesaret gerekiyordu. Ayrıca rüyasını da anlatmalıydı. Sonra duygularını da söylemek isterdi. “Sadece biraz cesaret” dedi kendi kendine “cesaret!”
Bir gün Masal ekmek almaya giderken sokakta Nâzım’ı gördü. İkisinin de gözleri parladı. Gülümseyerek merhabalaştılar. Birbirlerine söylemek istedikleri çok şey vardı. Masal “işte zamanı geldi” diye konuştu kendi kendine. Nâzım meseleyi biliyor gibi cevap verdi “bence de zamanı geldi Masal’ım.” Masal, Nâzım’ın cesareti karşısında çok şaşırdı. “Ma ma Masalım’mı?”diye bir ses çıktı içinden. “Evet Masal’ım. Hatırlıyor musun küçükken yazları arka mahalleye gelen bir çocuk vardı. Kışın gider yazın geri gelirdi. Bir gün çocuklar seni zorbaladığında senin elinden tutup hepsini susturmuştu. Sen de ona kahramanım oldun demiştin”. Masal biraz düşündü ve sonra hatırladı. “Evet, hatta bir keresinde bana şiir de okumuştu. Ama sen onu nereden tanıyorsun?” diye sordu. Nâzım gülümsedi “o bendim” dedi. Kışın annesi ile bu şehirden uzakta yaşarken yazın babannesinin yanına, kendi deyimiyle “Masal’ın şehri”ne geliyordu. Masal’ın küçük kahramanı yazcı çocuk Nâzım’ın ta kendisiydi. Adını bilmediği için “yazcı çocuk” ya da “kahramanım” diyordu Masal ona. Küçükken adını bilmediği bu duygu, büyüdüğünde aşk olarak yansımıştı kalbine. O an Nâzım’a sarılmak istedi ama tuttu kendini. “Sarmaşık” dedi sadece “benden sana doğru uzanan bir sarmaşık var” deyip koşarak uzaklaştı. Nâzım Masal’ın ne demek istediğini çok iyi anlamıştı. Çünkü aynı rüyayı kendisi de görmüştü.
Aradan üç hafta geçmişti. Ahmet Bey, Nâzım’ı akşam yemeğine davet etti. Annesini de ikna edebilirse onun da gelmesini istedi. Hale ve Nâzım’ın annesi Mehtap iyi anlaşırlardı. Eşlerinin dostluğu onlara da sirayet etmişti. Akşam olduğunda Nâzım ve Mehtap Hanım yemeğe geldiler. Hale ve Mehtap eski dostlar… Birbirlerini görünce uzunca sarılıp biraz da ağlaşıp içeri geçtiler. Arkadan Nâzım geldi. Masal ve Nâzım’ın gözleri bu sefer bilgece buluştu. İlk göz göze geliş olmasa da kalplerinin bir sarmaşık gibi birbirine dolandığını hissettikleri ilk andı. O an ikisi de bu dünyadaki öteki ruhlarını bulduğunu derinden hissetmişti. Masal’ın merakı, bir aşk bulabileceğine dair soruları artık cevaplanmıştı. Bu ilk akşam yemeği onların aşkına eşlik eden bir buluşmaydı adeta. Kim bilir belki Mehmet Bey’in aldığı emzik onların çocuğunun olacaktı. Nâzım ve Masal’ın masalı artık gerçekten başlamıştı.
NOT: BU HİKAYE KOR DERGİ YAZARLARI TARAFINDAN ORTAKLAŞA YAZILMIŞTIR.
KATILIMCILAR: