Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Afyon 21°C
Çok Bulutlu
Afyon
21°C
Çok Bulutlu
Çar 23°C
Per 20°C
Cum 14°C
Cts 14°C

ASYA

ASYA
28 Şubat 2025 20:33
205
A+
A-

Yıllar önce gelmişti, bu herkesi kendine esir eden şehre. Kendisi de esir olmuştu işte. Buraya gelirken tek bir hedef vardı aklında: Ünlü bir yazar olmak. Bu uğurda yerini, yurdunu hatta sevdiğini bile terk etmişti. Bu akşam yine içi sıla hasretiyle dolup taşmıştı. Bazen bu yoğun hisler sarıp sarmalıyordu onu. Mardin’i ne çok özlemişti. Ailesini, sevdiğini, çocukluğunu, gençliğini orada bırakıp hayali için yollara düşmüştü yıllar önce. Henüz on yaşındayken aklına koymuştu yazar olmayı. İlkokul öğretmeni ondaki cevheri görmüş ve her fırsatta bu cevheri yavaş yavaş işlemişti. Öğretmenini minnetle hatırladı yine. Karanlık bir yoldaki ilk ışığı Mustafa öğretmeni yakmıştı. Orta okul, lise dönemlerindeki öğretmenleri de ışık tuttu yoluna. Kimisi mum tuttu, kimisi fener, kimisi ateşböceği misali aydınlattı yolunu. Her öğretmeninden ışık ala ala ilerledi hedefine. Bütün bu gayretler amacına ulaştı. Nihayet üniversite sınavını kazanmış ve İstanbul’da bulmuştu kendini. Hayallerinin onu getirdiği şehirde.

Derinden bir ah çekti. “Hasret, ağır bastı bugün yine.” Kafasında dönüp duran düşüncelerin içinden sıyrılmak için salonun balkonuna çıktı. Nedense bu akşam içinde tarifsiz, anlamlandıramadığı bir sıkıntı vardı. Lambaların aydınlattığı sokakta, yan yana yürüyen bir çift dikkatini çekti. Erkek hararetli bir şekilde konuşuyor, sokağa değişik şekillerde gölgesi yansıyordu. Kız da arada gülerek onun anlattıklarını memnun bir yüz ifadesiyle dinliyor olmalıydı. Dalgın bir şekilde onları izledi. Birazdan köşeyi dönüp gözden kayboldular. “Ne kadar da Yusuf’a benziyordu hâli, tavrı. Kız da sanki ben.” Diye düşündü. Gözlerinden süzülen yaşları nice sonra fark etti. Sokak, onu unutmak istediği anılara götürmüştü. İçinde ince bir sızı hissetti. Bir an önce onlardan kurtulmak ister gibi gözyaşlarını hemen sildi. Bu defa yüzünü gökyüzüne çevirdi. Yıldızları aradı gözleri. Derken anıları yine esir aldı onu. Yine kurtulamadı anıların pençesinden. Damda yattığı yaz gecelerini, yıldızların sunduğu büyüleyici atmosferi hatırladı hatırlamak istemese de. Elini uzatsa yakalayacak gibi yakın olurdu Mardin’de yıldızlar. Kuzenleriyle yıldızları sayarlardı. Hep bir anlaşmazlık çıkardı tabi. Herkesin yıldız sayısı farklı olurdu. Kuzenleriyle ne çok eğlenirlerdi. Asya’nın o büyüleyici yıldızları seyrederken bile aklı fikri kitap yazmaktaydı. “Bir gün ünlü bir yazar olacağım, bu yıldızları da sizi de anlatacağım.” diyordu. Kuzenleri de ona gülüp geçiyordu.

Dalıp gittiği anıların içinden şimdi de annesi çıkageldi aklına. Annesinin desteği olmasaydı bu güzelliklerin hiçbiri olmazdı tabi. Annesini hatırlayınca içindeki hasret ateşi biraz daha yandı. Sanki o ateş kor haline gelmeye başlamıştı son zamanlarda. Hayalleri Asya’yı bir rüzgar gibi sürüklüyordu oradan oraya.

Aslında düşününce hayalleri gerçek de olmuştu. Şimdiye kadar dört kitabı yayımlanmıştı. Otuz yedi yaşındaki bir yazar için hiç de fena değildi bu. Kitapları çok da beğenilmişti. “Elimdeki kitabı bitirdiğimde o daha da çok beğenilecek.” diye geçirdi içinden. Şimdi geçmişi düşünmemeliydi. Yusuf’la evlenip Mardin’de kalsaydı hayallerine kavuşamayacaktı. Maziye takılıp kalmamalıydı. Adeta anılarını kovmak ister gibi elini boşlukta sağa sola salladı. Sabırsız adımlarla mutfağa yöneldi. “Bir kahve içmek bana iyi gelir.” Mardin’den getirdiği cezveyle, mis kokulu yeni çekilmiş Türk kahvesini buluşturdu. Evin her yeri nefis kahve kokusuna büründü. Bir an babasının sesi çalındı kulağına: “Asya’m bir mırra yapsa da içsek hanım!”

Foş sesiyle düşüncelerinden sıyrılıverdi. “Eyvah taşırdım yine, köpüğü de gitti. Babam görse beğenmezdi.” diye hayıflandı. Ocağı temizlerken bu defa da telefon çalmaya başladı. Canı sıkkın bir şekilde dudağını bükerek: “Yayınevinden mi acaba? Bu akşam hiç konuşacak havada değilim.” diyerek isteksizce telefonu eline aldı. Kayıtlı olmayan bir numaraydı. Telefonu açtı.
—Efendim!
Kararlı ve tok bir erkek sesi:
—Adınız Asya Gökdere mi? ”
—Evet.
—Hakkınızda şikayet var ifadenizi almak için emniyete gelmeniz gerekiyor?
Şaşkın ve titrek bir sesle:
—Elbette, gelirim ama konu neydi?
—Yarın geldiğinizde bilgi verilecek. Saat 11 gibi gelmiş olursanız iyi olur. İyi akşamlar.
—Tamam gelirim. İyi akşamlar.
Diyerek telefonu kapattı. Heyecan ve korkudan ter basmıştı, ne düşüneceğini şaşırdı.
“Birisi görmüş olabilir mi? Şimdiye kadar olmadı. Sakin olmalıyım, belki de başka bir şey için aramıştır polis. Hem küçücük bir küpe ne olacak ki, ne olabilir ki. İstemsizce aldığımı, bunun bir hastalık olduğunu söylerim. Kleptomani hastasıyım derim. Hayır hayır, bu kötü ihtimali atmak istiyorum kafamdan. Bu, hayallerimin sonu olabilir. Okurlarım öğrenirse ne yaparım?” Sakinleşmeye çalışıyordu ama korku hakimdi artık bedenine, aklına. Boncuk boncuk terlemeye başladı. Panik halinde masaya doğru yürüdü, sağ alttaki çekmeceyi açtı. Küçük yeşil renkli kutuyu narince, incitmekten korkar gibi aldı. Kapağını hafifçe kaldırdı. Büyüleyici rengi ve parlaklığıyla firuze taşlı bir çift küpe vardı. “Rahmetli annemi hatırlatmasa almazdım. Benim ne suçum var.” Dedi çaresizce.

Küpeleri çıkardı, kulağına taktı. Aynada kendisine baktı. Küpeler annesinin hayat dolu gözleri gibi parlıyordu. “Rengi senin gözlerin kadar güzel değil be anne! Hem sana yakıştığı kadar yakışmadı bana. Ah o gün! Ne kadar da mutluydun.” diye söylendi.

Asya, kulağında firuze küpeler, aklında sorular, dilinde dualarla kıvrıldığı kanepede uyuyakaldı.

Sabahın ilk ışıkları pencereden süzülüp yanağını sonra ellerini sonra da içini ısıttı. Yüzünde bir gülümsemeyle uyandı. Nerede olduğunu anlamaya çalışır gibi birkaç saniye etrafına bakındı. “Rüyaydı demek! Ama bu defa yapmam gerekeni yapacağım anne!” diyerek kanepeden kalktı, lavaboya yöneldi. Elini yüzünü yıkadı, gözü yine kulağındaki firuze küpelere takıldı. Aklına bir şey gelmiş gibi yatak odasına gitti koşar adım. Pencerenin yanındaki dolabın kapağını açtı, en alttaki büyük çekmeceyi çekti. İçinde firuze renkli gümüş küpeler, kolyeler, tesbihler, firuzeyle süslenmiş kutular, aynalar daha neler neler… Korkuyla ürperdi. Sonra annesini hatırladı ve içini ısıtan sözlerini. Az önce ona: “Korkma kızım, vesveseleri bir kenara bırak. Söz ver bana.” demişti. “Söz anne söz.” diyebildi. Çekmeceyi kapattı, emin adımlarla kıyafet dolabına yöneldi.

Hızlıca üstünü giydi. Evden çıktı. Bu sabah her sabahkinden daha dingin bir şekilde arabasına bindi. Üstünde bulunan devasa bir yükten kurtulmuş gibiydi. Yıllardır önünde durup bir türlü içine giremediği psikiyatri kliniğinin önünde durdu. Birkaç dakika arabada oturdu. Gözleri bir noktaya takıldı, dudağında ince bir gülücük belirdi. “Haydi Asya, başaracaksın.” Arabadan indi, kliniğe doğru yürümeye başladı. İçinde tarifsiz bir sükun ve teslimiyetle beraber…

 

 

 

 

 

İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunuyum. 48 yaşındayım. Evliyim. İki oğlum var. Yazı yazmayı seviyorum. Çini sanatıyla da meşgulüm.
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.