IŞIĞIN YİTTİĞİ YERDE

12 Ekim’in sessizliğinde kaybolan bir ışığa…
İnsan ne ile yaşar?
Su ile mi?
Yemek ile mi?
Aşk ile mi?
Belki öyle deriz,
belki başka şeyler.
Ama insan, kaybettikleriyle yaşar.
Kaybetmek…
Bir eşyayı yitirmek gibi değildir.
Bir bakışı, bir sesi, bir nefesi kaybetmek gibidir.
Bir ayrılık…
Bir son aşk…
Bir boşluk…
Yakınlık mı?
Değer mi?
Ayağındaki çorap yakındır belki,
ama onu kaybedince yas tutar mısın?
Hayır.
Pahalı bir mücevheri kaybetsen
bir müddet üzülürsün,
sonra geçer.
Çünkü milyarlarca çorap vardır,
milyonlarca mücevher.
Ama insan öyle değildir.
Yalnız biri gider;
her biri farklı bir ruh,
farklı bir parmak izi,
farklı bir iz bırakır gönlünde.
Ve sen…
İçindeki ateş azalsa da,
hiçbir zaman sönmez.
O ateş, en ıssız, en sessiz anları kollayan bir ışık gibi çıkar karşına.
Mum alevini aşar,
bir güneşe dönüşür.
Ama o güneşe yaklaşmak…
Tehlikeli, yakıcıdır.
Bir bakarsın, kavruk çöllere atılmışsındır.
Orada hapsolursun.
Çabalarsın,
kaybolmuşsundur.
Ve işte o an…
Bir güç dokunur.
Görünmez.
Sessiz.
Sana dokunur,
taşır.
Birden buzullara atılırsın;
donarsın.
Ama fısıldar:
“Dayan… Bu soğuk seni güçlendirecek.”
Ayağa kalkarsın.
Öylesine güçlü ve kararlı ki…
“Bir daha çöle düşmem” dersin.
Ama her defasında aynı gerçekle yüzleşirsin.
Her düşüşte sana uzanan bir güç vardır.
Sakın bırakma, der.
Sen zaman zaman uzaklaşırsın.
Ama o çekilmez;
varlığı, sessiz ve sonsuzdur.
Kaybettiklerin…
Seni yok etmez.
Seni tamamlar.
Ve sen, yavaş yavaş eriyen mumunla,
cılız bir ışık saçarken etrafa…
Bilirsin ki bir gün bu yolun sonunda bir kavuşma var.
Hem yitirilenlerle…
Hem seni ayağa kaldıran o görünmez güçle…
Ve sonunda…
İçini eriten ruhunla…