Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Afyon 21°C
Çok Bulutlu
Afyon
21°C
Çok Bulutlu
Çar 23°C
Per 20°C
Cum 14°C
Cts 14°C

MAVİ HAPIN GİZEMİ

MAVİ HAPIN GİZEMİ
4 Mart 2024 20:18
400
A+
A-

Herkesin göğsünde uyuttuğu bir kitabı vardır. Gözlerini kapatıp kollarına sardığı, sayfaları arasında yol aldığı, bir sevgili gibi içinde sakladığı vardır bir kitabı. Gecenin sessizliğinde kaybolup giderken en sevdiğim tekli koltuğumdan ayaklarımı bir göle bırakır gibi sarkıtmış, geçen yıl maviye boyama kararı aldığım duvara bir dağa yaslanır gibi sırtımı dayamıştım. Sokak lambasının turuncu ışığının odama kattığı sıcaklıkla koltuk örtüme sarınarak kitabımı okuyordum. Kedim Şiir, kuyruğunu onu okşamam için sallayıp gözlerimin içine bakıyor, kitaplarıma duyduğum ilgiden daha fazlasını kendi için bekleyip duruyordu. Bir kızım olsaydı eğer ona, kedime koyduğum ismi koymayı ne çok istemiştim. Doğduğunda ona şiirler okuyacak, şiirlerle uyutacaktım parmaklarını dudaklarımda gezdirirken. “Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum, tuttukça güçleniyorum, kalabalık oluyorum” diyecek, kokusunu içime çekerken uyanana kadar onu izleyecektim. Duyduğum mırıltı sesiyle bir elimi kitaba ayraç olarak kullanırken diğer elimi Şiir’in gövdesini okşamak için hazırlanmıştım ki kapının zili çaldı. Saat gecenin ikisiydi. Bu saatte gelen kim olabilir diye telaşla ayaklarımı gölden çekip hızlı adımlarla ışıkları yakmadan kapıya yöneldim. İşaret parmağımı dudaklarıma götürüp, dişlerimi sıkarken Şiir’e sessiz olmasını işaret ettim. Beni anladığından emindim. Kapı dürbününden gelenin kim olduğunu tek gözümle süzdüm önce. Apartman ışığının sönmesi içimin ürpermesine sebep oldu. Kalbimin çıkardığı ses, karanlığın aklını başından alacak gürültüdeydi. Belli bir süre sessizliği dinledim sonra. Hangisinin sesi daha güçlüydü karar veremiyordum. Parmak uçlarıma basarak odaya geri döndüm. Önce odanın ışığını yaktım, sonra mutfağa geçtim. Masanın üzerinde duran ilaçlarıma baktım. En son gittiğim psikiyatri doktoru ilacımı mutlaka saati saatine içmem için beni tembihlemişti. Ben beyaz renkli ilaçları sevmiyordum oysa. Mavi olsaydı aksatmaz, bayıla bayıla içerdim. Üstelik en sevdiğim rengin mavi olduğunu söylemiştim ona. Neden kimse beni anlamıyordu?

Mana devşirmek için yanlış bir zamana denk geldiğim aşikârdı. Her ne kadar ilacın rengine takılsam da aslında ilaçlarla aram hiç olmamıştı. Babam her defasında bu halimden şekva ederek “Boşuna ilaç veriyor doktor, benim kızım içmez ki.” diyordu. Haksız da sayılmazdı. Antidepresanlar, sözüm ona ağrıyı dindiren bu tablet müsveddeleri artık midemde kullanılabilirliğini yitirmişti. Bünye kabul etmiyordu. Fakat yine de büyük bir marifetmişçesine bunları insanlara dayamaktan vazgeçmiyorlardı. Hâlbuki bazı hasletler ilaçtan çok önce gelirdi. Hem her hastalık da ilaç kabul etmez. Bir omuza dokunup, “Ben buradayım.” demek, sarılmak, iki güzel kelam etmek, bir gönlü hoş etmek ve nihayet bir gönülde yer almak… Hatta bu öyle bi iksir ki hiç bir panzehir böyle bir etkiyi bünyesinde tutamaz. Zihnimde bir cümleyi diğerine ekleyip düşünce helezonlarında gezinirken vakit haylice ilerlemişti ki bir siluet belirdi karşımda. Sokak lambasının odaya düşen aksi, yüzünü seçmeme yardımcı olmak istese de karanlık her zamanki oyununu oynuyor gölgeliyordu hakikati. Bir ürperti sarmıştı içimi ve titriyordum. Adım adım yaklaşıyordu. Bense kaskatı kesilmiş ne yapacağımı kestiremeden olacak olan şeyin bir an önce olmasını istiyordum. Çünkü zaman aktıkça beynim donuyordu. Yoksa aklımı mı yitiriyordum. Allah’ım neler oluyordu? “Korkma benim! Tanımadın mı?” dedi içimi okurcasına. Bu ses… Bu ses ondan başkasına ait olamazdı. Evet, kesinlikle oydu. Kekeleyerek “Ssseçkin sen misin?” diyebildim ancak. Gülümsedi evet dercesine. Demek zili çalan oydu. İyi de kapıyı kim açmıştı? Henüz şoku üzerimden atamamıştım ki elimden tuttu ve beni kanepeye oturttu. Yürümeyi unutmuş gibiydim. Sanki onun desteği olmasa gidemezmişim gibi. Ve sanki önceden hazırlanmış bir metni okurcasına sıraladı cümleleri ardı ardına: “Ben senden sonra hiçbir şey olmamış gibi yaşayamadım. Özledim işte ne yalan söyleyeyim. Nicedir bastırdığım duygunun mağlubuyum şimdi. Yapboz parçaları gibi dağılıyor duygularım, toparlanması mümkün olmuyor.” Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Neler duyuyordum. Heyecanım bu sözlerden sonra daha da artmıştı. Tek bir kelime edememiştim. Benden mukabil beklediği muhakkaktı. Tüm cesaretimi toplayıp söze koyuldum ve… Şiir’in mırıltıları ile gözlerimi açıvermiştim ağaran güne. Meğer geceyi bir örtü gibi üzerime çekip uykuya yenik düşmüştüm. Uyandığımda ise göğsüm, kesik nefeslerle hızlı hızlı inip kalkıyordu. Elimi kalbime bastırıyordum. Tutmasam yerinden fırlayacak gibiydi âdeta. Gördüğüm bir düş müydü yoksa hakikat mi? İçime işleyen her bir kare hezeyan kırıklığıyla savrulmuştu her yere. Gecenin bir vaktinde uyanmıştım yine sana içimden atamadığım o ağır hasretle. Sonra tüm uykularım bertaraf oluyor seninle birlikte. Akabinde gelen eksiklik hissi. Zira yarımım. Yâr ile dolup taşsam da zahirde yârsızım bi o kadar da yaralı ve yamalı. Yara bantlar sarılı, kanayan her bir duyguma. Bir faide sağlamasa da.

Çalan zil beni düşüncelerimden çekip attı. Bu sefer içimde bir korkuyla yavaş yavaş kapıya doğru yürümeye başladım. Yine kim olabilirdi gecenin bu saatinde? Bu kapıya öncesinde kimse vurmazken ne oldu da ikidir çalıp duruyordu? Delikten baktım, yine karanlıktı. Ürkekçe kapı kolunu tuttum, açmalı mıydım? Korkudan alnımdan terler boşalıyor, gözlerim ise etrafta bir şey arar gibi gezinip duruyordu. Kapının altındaki sarı zarf gözüme çarptı. Şaşırdım, kim bu devirde telefon varken mektuplaşırdı? Zarfı hızlıca elime aldım. Üzerinde mavi ilaç çizilmiş bir resim vardı. Anlam veremedim ve hızlıca zarfı açıp içindeki kâğıdı açtım. Şöyle yazıyordu “Mavi ilaçlara ve kavuşmamıza çok az kaldı Narin.” Okuduklarıma anlam veremedim ta ki alttaki ismi görene kadar: “Deniz” Korkudan zarfı elimden düşürdüm. Deniz olamazdı imkânsızdı, olmamalıydı. Hızlıca mutfağa gittim ilaçlarımı almamıştım ve bu beynimin oyunuydu eminim. Oyunu değilse de öyle olmasını temenni ettim. İlaçlarımı titreyen parmaklarımın arasına koyup bir bardak suyla hızlıca içtim.

Deniz, bu hayattan bir çiçek gibi koparılmıştı. Tam bir yıl üç ay geçmişti bu kaybın üzerinden. Hâlâ tezgâhta kalan yarısı mideme girmek üzere bekleyen ilaçlar, bunun içindi. Ne bir teselli ne bir dua ne de yağmurların yağması uzun uzun. Hiçbir şey alıp götüremedi benden bu acıyı. Deniz yoktu artık, yoktu. Bu mektup da nerden çıkmıştı o zaman? Belki de uyanmamıştım hâlâ uykumdan. Belki bir kâbusun tam ortasındaydım ve bu mektup beni uyandırmak için atılmıştı kapının altından. Ellerimle yüzümü yokladım, pencereye yanaşıp sokağa baktım, karşıdaki bakkal kepenklerini kapatmıştı. Aysel teyze uyumuş, uyumadan evvel her zaman olduğu gibi balkonun ışığını açık bırakmıştı. Birazdan güneş sokulup uzatacaktı başını, sabah olmak üzere son karanlığa bürünmüştü yeryüzü. Kalan ilaçları unuttuğum için halüsinasyon görüyor olmalıydım. Hızla sürahiden su alıp ilaçları boca ettim ağzıma. Başım döndü birden, her şey çok hızlı ilerliyordu. Önce zil sesi sonra kâbus sonra yeniden zil sesi. Tekrar bir kâbusa düşmekten korkuyordum, uyumamaya karar verdim. Mektubu bıraktığım yerden alıp tekrar tekrar okudum, ne bir adres ne telefon… Belki kötü bir şakadır dedim içimden. Fakat son satırlarda bir şeyi fark ettim. Bu el yazısı… Her cümlenin sonuna konan iki nokta…

Evet, bu yazı Seçkin’e ait!

Karşımda ne vardı? Kim vardı? Aklımda soru kümeleri ve birleşik kümede belirsizlikler mevcuttu. Bir tarafta beni yüzlerce cevapsız soruyla baş başa bırakıp giden ilk ve tek sevdiğim adam… Bir tarafta yaşadığım yılları ömürden saydığım zamanlarda yanımda olan can dostum Deniz… Ve ortak kümede onların gidişlerini açıklamaya çalışan neden ve nasıllar…

Seçkin’in geldiği kâbus gerçek miydi? Ya da bu elimde tutuğum mektup kâbusun devamı mıydı?

Acaba hâlâ uyuyor muydum? Bir yanım tüm bunlar bir kâbus bir hayal ilaçların yan etkisi diye diretse de bir yanım onlardan en az birinden haber almış olmanın gerçekliğine tutunmak istiyor. Seçkin’in geri gelmiş olması hayatımda ne değiştirirdi bilmem ama Deniz’in hâlâ yaşıyor olması beni hayata bağlar beni yeniden var etmeye yeterdi. Seçkin, bırakıp gittiğinde beni toplayan Deniz olmuştu. Yaralarıma âdeta bir sakinleştirici gibi deva olmuştu. Tam Seçkin’i unutup normal hayatıma döneceğim esnada kaybettim Deniz’imi, mavimi ve onunla birlikte tüm renklerimi…

Sanki bu bana verilmiş bir ceza gibiydi… Seçkin’i unutup hayatıma dönmeseydim hâlâ acı çekiyor olsaydım Tanrı Deniz’i benden almayacaktı. Deniz’i kaybettiğimiz gün ben o mavilikte boğuldum o kara günden sonra hiçbir koku hiçbir ses bana iyi gelmedi. Ben istedim ki hep Deniz konuşsun ben dinleyeyim. O karşımda bilgece konuşurken ben ne kadar sevildiğimi düşünüp mutlu olayım. Onun bana karşılıksız sunduğu bu hizmetten sınırsız yararlanayım. Onunla olmak onun sakinleştirici kokusunu içime çekmek, onun antidepresandan farksız sarılmalarına ve kedi mırıltısından farksız konuşmalarına kendimi bırakmak benim için bu dünya üzerinde en mutlu insan olmak demekti… Ama onu benden kopardılar nasıl oldu neden oldu anlayamadık. Belki de ilk resmi ya da ciddi buluşmamızdı. İkimiz de ne kadar mutluyduk, kahkahalarımız bütün kafeyi inletmişti. Her şey bir film senaryosu gibiydi ama sonu asla hiçbir senaristin yazmaya cesaret edemeyeceği bir kâbustu…

Deniz’in her kahkahasında gözlerindeki umut ışığını görüyordum. Hiç gitmeyecek o kahkahaları hep devam edecek gibi gülüyordu. Gözlerinin mavisi bile gelecekten umutluydu. Hayatını hep umutla yaşamıştı. Daha önceki anlatışlarından anlıyordum benim gibi değildi o. Her ne yaşarsa yaşasın hiç tükenmiş gibi hissetmeyen ve sürekli güzellikler umut eden biriydi.  Bense onun aksine çabalamaktan çekinen, geleceğin şu andan daha kötü olacağını düşünen, içinde umut kırıntısı bulunmayan biriydim. Hele ki Seçkin’in gidişinden sonra bu halim iyice belirmişti. Ayrılığın verdiği depresyon devam ederken Deniz’le tanışmıştık. Yattığı yataktan sadece zaruri ihtiyaçlar için kalkan biriyken Deniz’den sonra yüz seksen derece değiştim. Hani çiçek bahçesi gibi insanlar olur ya hayatta, kimi hayatına alsa güzel koku o kişiye de bulaşır. Deniz işte tam da öyle bir insandı. Etrafında mutsuz ve umutsuz hiç kimse kalmasın, herkes neşeli olsun, herkesin gelecekten bi umudu olsun isteyen bir insandı ama işte o gün…

Mektubun içindeki mesajı okuduktan sonra Narin, kafasındaki soruların arttığı ve karmaşanın daha da derinleştiği bir anı yaşadı. Mavi ilaç sembolü, Deniz’in adıyla birleşince, anıları ve duyguları arasında çalkantılar oluştu. Bir yanda geçmişteki aşk, diğer yanda ise yaşadığı kayıpların yarattığı acı.

Narin, mektubun içindeki cümleleri defalarca okuyarak anlamaya çalıştı. Neden Deniz ona böyle bir mesaj bırakmıştı? Seçkin’in geri dönüşü ve bu mektup arasındaki bağlantı nedir? Sorularının ardı arkası kesilmiyordu.

O gece, Narin odasında saatlerce düşündü. Mektubu tekrar tekrar okuyarak içindeki gizemi çözmeye çalıştı. Ancak bir türlü anlam veremediği duygular içinde sıkışmış gibiydi.

Ertesi gün, Narin mektubun içindeki ipuçlarını takip etmeye karar verdi. Mavi ilaç sembolünü, Deniz ile olan anılarına götüren bir yol olarak düşündü. Deniz, her zaman umudu temsil etmişti. Belki de bu mektup, Narin’e yeni bir umut ışığı vermek için bırakılmıştı.

Narin, Deniz’in en sevdiği yerlere giderek, birlikte yaşadıkları anıları hatırlamaya başladı. Deniz’in verdiği umut, Narin’in içinde yeniden filizlenmeye başladı. Belki de geçmişle yüzleşmek, geleceğe daha güçlü bir şekilde adım atmasına yardımcı olacaktı.

Bir süre sonra, Deniz’in bıraktığı bu gizemli mektupta, hayatına yeni bir yön verme potansiyeli olduğunu fark etti Narin. Geçmişin izlerini takip ederken, kendi içsel yolculuğuna çıkmıştı. Ve belki de bu yolculukta gerçek aşkı, kayıpları anlama ve kendini bulma fırsatını bulacaktı.

Narin, içindeki karmaşayı yatıştırmaya ve yeni bir başlangıç yapmak için bu gizemi çözmeye kararlıydı. Mektubun bıraktığı izlerle, hayatının yeni bir bölümünü başlatmak için adım atacaktı.

Mektubun gelmesinin üzerinden bir hafta geçmişti. Narin, aklını karıştıran sorulardan ve gizemden kurtulmak için ipucu arasa da bir şey bulamamıştı. Gün yeni yeni ağarmaya başlamış, gün ışığı yarılanan perdenden içeri süzülüyordu. Narin, gözlerini aralamış yatağının yanında olan komodinin üzerinde duran telefonunu almak için uzandığında Şiir yatağın üzerine zıplamış, miskin miskin günaydın cilvesi yapıyordu. Tam o sırada gece yarım yamalak okumaya başladığı şiir kitabı komodinin üzerinden yere düştü. Yere eğilip aldığı sırada arasından yere düşen kâğıdı ve fotoğrafı fark etti.

Deniz ve kendisinin fotoğrafı…

Deniz’i kaybettikleri o malum gün çekilmişlerdi.

Gözleri buğulanmış fotoğrafa baka kalmıştı. O gün her şeyden habersiz çekindikleri o fotoğraf, beraber geçirdikleri son anın ölümsüzlüğüydü. Fotoğrafı yerine koyarken gözü bir şeye takıldı. Bir mürekkep izine!..

Fotoğrafın arkasını çevirdiğinde bir cümleyle karşılaştı: “Mavilikte kayboldum bul beni, zihnindeki mavilik getirecek bana seni…” yazının hemen altında da bir hafta önce aldığı mektuptaki mavi hap çiziminin aynısı vardı.

“Allah’ım nasıl bir çıkmaz bu?” diye düşünmeye başladı. Çünkü bu resmin arkasına yazı yazmadığına adı kadar emindi. Birisi gelip yazmıştı. Hatta o kadar telaşla yazmış olacak ki mürekkep kurumadan şiir kitabının arasına koymuş ve mürekkep dağılmıştı. Kafasında delicesine bir birine çarpan bir sürü soru vardı.

Bu yazıları yazan kimdi? Denizse ölen bir insan nasıl yapabilirdi bunu?

Toparlanıp yataktan kalktı, elini yüzünü yıkadıktan sonra duşa girmek geldi aklına. Bir nebze de olsa rahatlardı belki.

Duşa girip suyu açtı ve gözlerini kapatarak suyun sakinleştirici sesine kendisini bıraktı.

Beş on dakika geçmişti. Yavaş yavaş rahatladığını hissederken beyninde okuduğu yazılar ve Deniz’le geçen bir kaç anısı canlanmaya başladı…

Narin/2013

Yazmış ve ardından zihnimde canlanan anılarıma engel olamayarak kalemi elimden bırakmıştım. Hikâyemi, Deniz’in tedavimin en başında verdiği ve bir süre sonra hayatıma psikiyatrım değil de eşim olarak devam ettiği için ihtiyacım kalmadığı, o mavi haplar üzerine kurgulamıştım.

Onun, sevgi, ilgi, şefkat, merhamet ve anlayışı; artık benim mavi hapımdı. Seçkin’le yaşadığım ve bana çok zor gelen onca şey, ailemin zoruyla Deniz’e gitmeme vesile olmuştu. O kötü bildiğim şeylerin böylesi güzel bir yola çıkacağını bilseydim, ona koşa koşa gider gerekirse kliniğinin kapısında yatar ve avuç avuç içerdim mavi haplarımı.

Evlilik yıl dönümümüzde yazıcıyla, üzerinde onun profil resminin bulunduğu haplar ve kullandığım ilacın kutusunun aynısını hazırlamıştım. Bu sürpriz gözlerimizden yaşlar gelene kadar gülmemize sebep olmuştu. Üzerine, “İlacın ‘dili olsa da konuşsa’ tabirinin gerçeğe dönüşmüş şeklisin. Seni kimselere vermeyeceğime göre, ilaç versiyonunu üretime geçirmek bana farz oldu. Not: Seni seviyorum.” yazmıştım. Okurken yüzündeki gülümsemeyle, “Delisin sen!” demiş ve ardından uzun uzun sarılmıştık. Evet, onun hastası olabilmem için belki de deli olmam gerekmişti. Deniz ki aklımı kaybetmeme değecek nitelikteydi.

Yazı yazmaya başlamam onun ısrarlarıyla oldu. Duygularımı yazarak ifade etmemin bana iyi geleceğinden o kadar emindi ki… Yazmam için beni masaya zorla oturtup:

“Unutma! Bu kalem ve kâğıt senin mavi hapların.” dediğinde

“İyi de sen varsın, ona ihtiyacım yok.” diyerek itiraz etmiştim.

“Bütün duygular açığa çıkmak ister. Ve ancak onlar özgürleştiğinde hür olursun.” cümlesine yüzünde muzip gülümseme ve alaycı bir edayla devam etti: “Ha evet bir ben kadar etkili olamayabilirler ama yine de onlara şans vermelisin.”

Meğer bu cümle, onun bana kendisinden sonra çıkış yolu bulmam için hazine hükmünde bir vasiyetmiş.  Kısa bir süre sonra idrak edebildim bunu.

Güneşsiz günler yaşadım. Atmosferdeki oksijen tükenmişti. Kalbim dışındaki tüm organlarım işlevini kaybetmiş gibiydi. Bir insan kaç kez mezara girebilirdi? İlkinde beni mezardan çıkarana, kendi mezarında yoldaşlık ettiğime bir türlü inanamıyordum. Kalbimin durmasını bekledim. Ağlayarak bekledim. Susarak bekledim. Atıyor olmasına kızarak bekledim. Şaşkındım aslında Deniz’in vedasından sonra hâlâ zahirende olsa yaşıyor olmama.

Sonrasında, onunla birlikte girdiğim topraktan onun vasiyetiyle çıkabildim ancak. Hemen olmadı. Zaman aldı. Dünya durdu zannettim çoğu zaman. Silkelediler. “Yeter artık. Kendine acımıyorsan ona acı.” dediler. Haklıydılar da. Hayata dönmem, topraktan çıkıp nefeslenmem; içimdeki çiçeğin açacağı bahara hazırlanmam gerekiyordu. Bunu kendim için değil, aklım bulanıp gerçekle hayalin karıştığı zamanlarda, yönümden şaşmamı engelleyecek olan pusulam için yapmalıydım.

Deniz’in bana verdiği nasihati yoldaş edindiğim süreçte başladım bu hikâyeyi yazmaya. Kullandığım ağır ilaçlar sebebiyle zihnim sürekli karışıyor ve olaylar arasında bağlantı kurmakta zorlanıyordum. Bu durum yazıma yansıdığı için bu hikâyemin devamını getirememiştim. Oda, Deniz ve ben gibi yarım kalmıştı.

Mezardan çıkma sürecimde, Deniz’le her konuşmak istediğimde kalem kâğıda sarıldım. Biriktirmedim kelimelerimi, cümle yaptım, sayfalara akıttım. Mavi hapımın gidişinin ardından asır hükmünde yedi ay geçmişti ki Şiir’ime kavuştum. Çiçek açtım. Parmaklarını tek tek öpüp kokusunu içime iki kişilik çektim. Şiirler fısıldadım kulağına. O büyüdü, ben yenilendim. Ona, babasının kabrine götürmek için mektuplar yazarken eşlik ettim. Deniz’in vasiyetini hayatımda düstur edindim. Şiir’imin gülüşleri ve yazmanın güzel tılsımıyla akıp giden hayata tekrardan dâhil olabildim. Bazen tomurcuklandım bazen yaprak döktüm. Öyle ya da böyle, her defasında yeniden canlandım; çiçeklere büründüm. Sahi bir insan kaç kez çiçek açabilirdi? Deniz, Şiir.

 

NOT: BU HİKAYE KOR DERGİ YAZARLARI TARAFINDAN ORTAKLAŞA YAZILMIŞTIR.

KATILIMCILAR:

HURİYE ÇAP

ZEYNEP GÜRLE

MERVE YILMAZ

LEYLA ARSLAN YILDIZ

FUNDA İŞSİZ

BEYZA GÜNER

MUSTAFA ERDURMUŞ

SEDANUR SİNANOĞLU

SALİHA YILMAZ

 

 

 

 

 

FİKİR - EDEBİYAT - KÜLTÜR - SANAT "EDEBİYATA KOR DÜŞTÜ."
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.