Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Afyon 26°C
Az Bulutlu
Afyon
26°C
Az Bulutlu
Sal 27°C
Çar 25°C
Per 19°C
Cum 20°C

KEDİNİN YERİ

KEDİNİN YERİ
3 Mayıs 2024 09:16 | Son Güncellenme: 3 Mayıs 2024 12:18
71
A+
A-

Fırtınadan yeni çıkmış bir ormanda buldum kendimi. Uğultular henüz kesilmemişti. Rüzgârın acımasız darbeleri güzelim ağaçları çok kırmıştı. Kulaklarım duyuyordu acı dolu haykırışlarını. Anlam veremedim ilk başlarda. Nasıl olur da yıkılmaz görünen bu koca orman, sadece tek bir gecede darmadağın olur.

Ayaklarım ağrımaya başlamıştı yürümekten. Razıydım kaderime. Ağlamamak için kendimi o kadar sıkmıştım ki bu cennet bahçesinin bir harabeye dönüştüğünü gördüğümde salıverdim kendimi. Sararmış bir yaprak çarptı yüzüme ve ardından rüzgârla dans ederek ayaklarımın dibine düşüverdi.

Ancak o zaman başımı kaldırıp gökyüzüne bakmak geçti aklımdan. Gökyüzü hüzünlüydü bugün. Neredeyse akşam olmak üzereydi. Fırtınada kırılan ağaç dalları kapamıştı tüm yolları. Rüzgâr inceden eserken az da olsa üşütüyordu insanı. Hoş, gerçi her zaman üşüyen biriydim ben.

Üzerimde ince, uzun bir palto vardı. Boynuma portmantoda duran eskimiş, siyah şalı dolamıştım. Üzerindeki bordo şeritler onu olduğundan daha eski gösteriyordu. Giydiğim bluz siyah renkli ve inceyken pantolonum aksine gözlerim kadar mavi ve boldu. Mevsim sonbahardı ama sert bir kış akşamı kadar soğuktu hava.

Hiçbir şeyi umursamadan, düşünmeden kaçtım. Geride bıraktıklarım canımı acıtmıyordu. Geride bıraktığım hiçbir şey için üzülmedim. Geçmişe üzülmek yerine gelecek için heyecanlanmam gerektiğini genç yaşta öğrenmiştim. Sorun şu ki bundan sonrasında ne yapacağımı bilmiyorum. Gidecek ne bir evim var ne de kapısını çalacak bir dostum. Artık bir ailem de yok. İstenmeyen bir çocuk olmak ne demek bunu en iyi bilen insanlardan biriyim şu hayatta.

Ne kadar yürüdüm bilmiyorum. Ben yola çıktığımda fırtına hâlâ devam ediyordu. Fırtına dindiğinden beri yürümeye de ara vermemiştim. Zaman kavramını yitirmiş gibi hissediyorum. Yürüyorum ama nereye varmak istediğimden emin değilim. Yapayalnızım ama bundan mutlu muyum ya da üzgün müyüm bilmiyorum. Öte yandan uzun zamandır yalnız yürüyorum. Ya buna alıştıysam? Alışkanlıkları bırakmak kolay mıdır ki?

Durmak istiyorum. Çok yoruldum. Ayaklarımdan bacaklarıma kadar tüm uzuvlarım acı içindeler. Ne istediğimi bilmiyorum. Üşüyorum, açım, yorgunum, dinlenmek istiyorum ama yürümeye devam etmeliyim. Arkama bakmamalıyım ama geçmişi özlüyorum. Geleceği merak ediyorum ama o kadar uzakta ki hiç ulaşamayacak gibi hissediyorum. Ağlamalıyım, ağlamalıyım ama gözyaşlarım tükenmişçesine kuruyum. Ruhsuzum, ruhumu ruhuna katacak bir ruh bulana kadar ruhsuzum. Bundan memnun muyum?

Kafamın içi patlarcasına ağrırken uğultular kesildi. Rüzgârın hışırtılı sesini duymaz oldum. Ne bir yaprak kıpırdadı ne de bir kuş uçtu. Kendi etrafımda mı dönüyorum yoksa zemin ayaklarımın altından mı kayıyor? Daha çok üşüyorum. Soğuktan ölebilir mi bir insan? Kalbim donar mı soğuktan?

Gözlerimi sıkıca kapatıp daha sıkı sarıldım sırtımdaki paltoya. Şalım artık beni soğuktan korumuyordu. Önce ellerimi hissetmemeye başladım. Kulaklarım ateş gibi yanıyordu sanki. Saçlarım bile üşümüştü soğuktan. Gözlerimin içi o kadar acıyordu ki rüzgâra karşı açık tutmam giderek zorlaşmıştı. Bir adım bile duraksamadan devam etmiştim yürümeye. Tökezleyip yere düştüğümde fark ettim durmam gerektiğini. Canım acımamıştı çok fazla. Bir evin verandasının merdiveniydi burası. Koca evi fark etmemiş miydim gerçekten? Yoksa beklemiyor muydum aniden karşıma kocaman, ahşap bir evin çıkacağını? O kadar yorgun olmalıydım ki kalkmak için acele etmedim. Artık üşüdüğümü bile hissetmiyordum. Verandaya boylu boyunca uzandım. Dizlerimi karnıma doğru çekip kıvrıldım. Ağırlaşan gözlerim kendiliğinden kapanıverdi. Isındığımı hayal ederek uyudum. Belki bir rüya görürdüm. Sadece uyudum. Hayal kurarak uyudum.

Yüzüme vuran sıcak bir hava dalgası hissettim. Burnuma güzel kokular geldi. Taze zencefil ve limon kokusuydu bu. Gözlerimi ağır ağır açarken kendimi bir kanepeye kıvrılmış, şömine başında buldum. Üzerimde ince, yün bir battaniye vardı. Tüyleri burnumu kaşındırdığı için bir kez hapşırma gereğinde bulundum. Sıcaktan mayışmış uzuvlarım bana ilk kez her anlamda evde hissettirdi. Şömine hâlâ harlı yanmaya devam ediyordu. Uzandığım yerden gözüm duvarda asılı olan tabloya kaydı. Duvarı kaplayan büyük bir tabloydu bu. Örgü ören yaşlı bir kadının çevresinde yün yumaklarıyla oynayan iki kedi resmedilmişti. Yaşlı kadının saçları bembeyazdı, tıpkı üzerindeki tül elbise gibi. Saçlarını tepeden toplamış, yüzünde ona oldukça büyük gelen bir gözlüğü vardı. Daha yeni başladığı atkıyı örüyordu. Kedilerden beyaz olanı patilerine dolaşan ipleri çözmeye çalışır, şaşkın bir vaziyetteyken bir diğeri, yaşlı kadının tül elbisesini çekiştiriyordu. Bu tablo içimi ısıttı. Bu ev ve bu battaniye… Burada olan her şey içimi ısıtıyordu.

Zencefil ve limon kokuları yaklaşırken yerimde kıpırdandım. Bu rahatsızlığımdan değildi. Daha çok meraklanmıştım. Beni evine alan bu yabancıyı çok merak ediyordum. Ya çok iyi kalpli biri olmalıydı ya da benden faydalanmak isteyen kötü kalpli bir ev sahibesi. Ne şekilde faydalanabilirdi ki? Hayal gücü geniş olan bir kadın için ne de basit bir soru.

Kapı pervazından göründü yabancı. Orta boylu esmer bir adamdı. Hoş gülümsemesiyle karşıladı beni. “Sonunda uyanabildin.” derken hayatımda gördüğüm en büyüleyici gülümsemeye bir de ses tonu eklenmişti. Bir süre tepki vermedim. Yabancıyı incelemek çok daha ilgimi çekiyordu. Üzerindeki beyaz tişörtü görünce anladım evin son derece sıcak olduğunu. Belki de yediğim soğuktan dolayı verdiğim bir çeşit tepkiydi. Ya da hiç tahmin etmediğim başka bir sebep daha vardı.

Elinde bir fincanla yanıma geldi. Fincandan buharlar çıkıyordu. Sanırım benim için zencefilli limonlu bir çay hazırlamıştı. Kanepede doğrulup sırtımı kanepenin koluna yasladım. O da bunu fırsat bilip ayakucuma oturdu. Fincanı bana uzatırken hâlâ gülümsüyordu. Tereddüt ederek aldım fincanı. Çaydan bir yudum aldığımda, saçlarımı kulaklarımın arkasına attığımda da beni pür dikkat izlemeye devam ediyordu. Biraz daha konuşmazsam dilimi yuttuğumu sanacaktı.

“Çay için teşekkür ederim.” diyebildim sadece. Gözlerine baktığımda sıradan, kahverengi bir göz gibi geldi ilk başta ama mavilerime öyle derin baktı ki renkler aniden canlandı. Uzun süre göz teması kurmaktan kaçınıp pes etsem de o her defasında bu oyunu kazanıyordu. “Beğenmene sevindim. Şimdi daha iyi misin?” Bu soruya nasıl cevap vermem gerektiğini bilemedim. Nasıl olduğumu ben de bilmiyordum. Hiç tanımadığım bir adama başımdan geçen onca şeyi anlatabilir miydim? Oysa sadece başımı evet anlamında sallamakla yetindim.

Beni veranda da öylece yerde yatarken bulmuş. Kedisi kapıyı tırmaladığında bir gariplik olduğunu fark etmiş ve kapıyı açtığında benim yerde yatan bedenimi bulmuş. Küçük bir kedi sayesinde hayattayım diyebilirim. O bana kedisinden ve beni nasıl içeri aldığından bahsederken küçük kedi aniden kucağıma atladı. Onu gördüğümde irkildim ama aksine o benden korkmadı. Bir süre beni kokladıktan sonra kucağıma kıvrıldı. “Burası onun yeri ama sanırım seninle paylaşmak istiyor.” dedi, yabancı. Kucağımda uyuması hoşuma gitmişti. Kedinin başını hafifçe okşarken, “Kedinin yeri öyle mi?” dedim, gülümserken. “Bak bundan güzel bir mekân ismi olurdu.” dedi gülümsememe karşılık vererek.

Ona neden bu hâlde olduğum konusunda hiçbir açıklama yapmadım. Anlatmak istemediğimi hissetmiş olacak ki tek kelime bile sormadı. Sadece iyi olduğumu bilmek ona yetmişti. Geçen birkaç saatte oldukça samimileştik. Hakkında çok şey öğrendim. Tuhaf bir şekilde yıllardır görmediğim bir dostumla sohbet ediyor gibiydim. Bazı insanlar tıpkı böyle hissettiriyor. Tanıdık bir koku gibi, tadını hiç unutmadığımız o tatlı, bir yaz akşamı ya da çocukluk şarkısı gibi.

Kedi huysuzlanıp kucağımdan gittiğinde yabancıyla yan yana oturuyorduk. Çay çoktan bitmişti. Ben iyice ısınmış, battaniyeyi üzerimden atmıştım. Üzerimdeki bluzun fazla geldiğini hissettim. Bir an için onu çıkarıp atma düşüncesi aklımdan geçerken yabancıyla göz göze geldik. Bakışları saçlarımda, dudaklarımda ve boynumda gezse de en çok gözlerimde duruyordu. “Üzerine giymek için daha rahat bir şey verebilirim.” dedi. Bir an için düşüncelerimi okuyabildiğini düşünüp utandım. Yüzümün kızardığını hissettim fakat şömine ateşinin direkt yüzümüze vuruyor oluşu beni ele vermedi. “Merak etme hepsi benim ve temizler.” dediğinde yine tepki vermeyi unuttuğumu fark ettim. “Evet, tabii. Teşekkür ederim.” dedim çekingen bir tavırla.

Kısa süre sonra elinde tıpkı onunki gibi beyaz bir tişörtle döndü. Giyinmem için arkasını döndüğünde kediyi kucağına almış başını okşuyordu. Bana bakmadığından emin olduğumda hızlıca oturduğum yerde bluzu çıkarıp getirdiği tişörtü giydim. “Artık arkanı dönebilirsin.” dediğimde kediyle birlikte tekrar yanıma oturdu. Kedi biraz huysuz gibiydi. Oturduğu anda kucağından fırlayıp gitmişti. Sanki bilerek bizi yalnız bırakmaya çalışıyordu.

Tişörtü ellerimle düzeltip saçlarımı geriye atarak boynumu açıkta bıraktım. Yabancı durmadan beni izliyordu. Ona döndüm ve “Sorun ne, yakışmadı mı?” dedim gülümseyerek. Bu sefer de o tepki vermedi. Dağılmış saçlarımdan bir tutam alıp kulağımın arkasına atarak düzeltti. Bu şimdiye kadar bana en yakın olduğu andı. Gözlerime daha yakından bakıyor, sanki bir şey söylemek ya da bir şey yapmak istiyor gibiydi. Kafa karışıklığım gözlerime de yansımış olacak ki “Böyle bakarsan  duramam.” dedi. Bu daha çok kafamın karışmasına sebep oldu. Dudaklarım birkaç kelime söylemek için aralanmışken sağ eliyle yanağıma dokundu. İçimde bir şeylerin hareket ettiğini hissettim. Daha ne olacağını kestiremezken yumuşak ve bir o kadar da sıcak dudaklarını dudaklarımda hissettim.

Önceleri çok nazik ve yavaştı öpücükleri. Beni bir buluttan arabada gezdiriyor gibiydi. Sol eli belimi tuttuğunda daha çok ona sokuldum. Daha sıcaklığına yeni alışmışken diliyle alevlendirdi öpücüğünü. Biz kanepede bir günah işlerken şömineden çıkan alevler buna karşılık daha da harlanıyordu. Ağırlığı sebebiyle istemsizce geriye doğru giderken dayanamayarak tek bir saniye sonra üzerimdeydi. Kedinin yerini esir almış, bu tatlı günahı sürdürüyorduk. Öpücüğünü tüm bedenimde, ellerini ruhumda hissettim. Ben “öyle” bakmaya devam ettim, o da durmamaya yemin etti.

Bazen fırtınadan kaçmak isterken kendimizi o fırtınanın içinde kurtarılmayı bekleyen bir enkaz olarak buluyoruz. Fırtınaya nasıl girdiğimiz değil aslında mesele. Asıl mesele fırtınadan nasıl kurtulduğumuz ve sonrasında fırtınaya giren kişi ile çıktığımız kişinin aynı olmayışı. Belki de bu fırtına birinin hayatta başına gelebilecek en güzel şeydi. İyi şeyler olması için önce kötü şeyler olması gerekir. Kötü şeyler olmalı ki iyi şeylerin bir anlamı olsun.

Fırtına sensin, fırtına biziz. Biz istediğimiz sürece enkazız. Biz var olduğumuz sürece kahramanız. Fırtına hepimiziz.

 

Hayallerimi bir tabloya resmeder gibi hissetmek istiyorum. Her geçen yıl kaybolan silik ruhlar olmak değil de tablolarda yaşayan ebedi renkler olmak istiyorum. Yirmi dört yıldır savrulan bu ruhu azad etmek istiyorum.
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.