ÖLÜ KAL
“Ölü kal.”
Böyle söylemişti gözlerimin içine bakarak. Ölü kalmak istedim. Duygularımı bir şişenin içine hapsedip denize bırakmak istedim. Sarhoş denizcilere malzeme olurdu belki de. Bir avuç, rom kokan ve aylardır yıkanmamış yaratıklara kepaze olurdu duygularım.
Belki de arkamı dönüp gitmek yerine yüzleşmeliydim. Ölü kalmamalıydım, yaşamalıydım. Elbet bir cennet bahçesi bulurdum. Onun yerine ölü bacaklarımın beni götürebileceği kadar öteye gittim. “Gittiğim yerde mutlu muydum?” Bir süre bu sorunun cevabını veremedim kendime. Kendimi kandırmak yerine, yalanlarla etrafımdaki insanları avutmak yerine, ben arafı seçtim. Ne ölü kaldım ne de yaşadım. Bir bilinmezlikte sıkışıp kalmak bedenimi özgür bırakırken ruhumu askıda bıraktı.
Bir süre arafı keşfe çıktım. Buralar soğuktu. Soğuk ve ıssızdı. Renkler vardı fakat gözlerimle seçemeyeceğim kadar silikti. Her ruhun bir rengi olduğunu fark ettim. Evet, benden başka ruhlarda vardı. Kimilerinin rengi canlıyken kimilerinin ki soluktu. Hatta bazıları neredeyse renksizdi. Sonraları öğrendim renksiz olan ruhların, yok olmak üzere olduğunu. Bizim gibiler için iki seçenek vardı. Ya ölü kalacaktık ya da yaşayacaktık.
Araf sonsuzdur.
Araftaki ruhuma baktım. Canlı değildim ama renksiz de değildim. Yeni solmaya başlamış bir kırmızıydım. Buradaki herkes bir renge sahipti ama asla aynı tonda değillerdi.
Bir süre etrafı izlerken çok sıra dışı şeylere şahit oldum. Acı içinde yok olan bir ruh gördüm. Önceleri rengi yavaş yavaş solarken aniden silindi tüm rengi. Sanki boğuyormuşçasına onu tutan elleri serbest bırakmak ister gibi kendi elleriyle boğazını tutuyordu. Dizlerinin üzerine çöktü. Avazı çıktığı kadar bağırıyor gibiydi ama kimse hiçbir şey duymuyordu. Bazı ruhlar benim gibi dehşet içinde izlerken bazıları ise arkasını dönüyor ve yoluna devam ediyordu. Bu manzaraya dayanamadım. Başımı aksi yöne çevirdiğimde beni izleyen bir ruh gördüm. Bu ruhun rengi maviydi. Gökyüzü kadar masmavi değildi ama mavi olduğunu anlayabileceğim kadar netti. Ona baktığımı fark edince yanıma geldi. Önce rengime baktı. Beni inceler gibiydi.
“Sen yenisin.” dedi bana. Bunu sadece rengime bakarak söylemesi beni şaşırtmıştı. Belli ki o buralarda tecrübe kazanacak kadar eskiydi. Benden bir cevap beklemeden devam etti konuşmasına.
“Rengin soluk ama yenisin belli. Bu, burada çok kalmayacağın anlamına geliyor. Şanslısın.” duraksadı ve devam etti. “Ben buraya geldiğimde gökyüzü kadar masmaviydim. Ne kadar zaman oldu bilmiyorum. Burada zaman diye bir şey yoktur. Araf sonsuzdur.” Bu yaşlı ruhun rengine bir kez daha baktım. Onu gökyüzü kadar masmavi hayal ettim.
“Peki, rengin silinince ne olacak?” diye sordum, az önce gözlerimin önünde acı çeken ruhu ima ederek.
“Bir ruhun rengi silinirse olabilecek iki ihtimal vardı. Eğer acı içinde kıvranarak siliniyorsa ölüyordur. Ama eğer ruh silinmiyor, aksine daha da canlanıyorsa yaşayacaktır.” Bir kez daha ölen ruhu hatırladım. Neden o ruhların arkasını dönüp gittiklerini anladım.
“Benim gibi ruhlara ‘bengi’ derler. Sonu henüz gelmemiş, ebedi ruhlara denir.” Yaşlı ruh kederli görünüyordu.
“Sonun ne zaman gelecek?”
“Sonun ne zaman geleceği belli olmaz küçüğüm.” dedi yine o anlamsız suratıyla. Yaşlı ruhta mimik oynamıyordu. Buradaki herkes bir tuhaftı. Kimse ne gülümsüyor ne de öfkeleniyordu. Herkes çok donuk ve sessizdi. Bir ölüm sessizliği vardı. Silinen ruhların acılarını bile duyamıyorlardı. Onları duyabilen birileri var mı merak ettim. Sanki aklımdan geçenleri okuyabiliyor gibi “Ölen ruhların acılarını duyan birileri var. Onlar en kötüsüdür. Günahları nedir bilinmez. Onlar isyan edenlerdir. Onlar Asiyeler’ dir.” dedi. Onlardan olmadığımı bilmek bana iyi hissettirdi.
“Son bir şey daha küçüğüm. Eğer yeterince şanslıysan buradan kurtulmanın üçüncü bir yolu daha var.” dedi gitmeden önce.
“Nedir o üçüncü ihtimal?” desem de yaşlı ruh sorumu cevaplamadı. Bilmem gereken her şeyi söylediğinden emin olduktan sonra gözden kayboldu. Onun yaşayıp yaşamayacağını çok merak ettim. Ölü kalacak olursa buna çok üzülürdüm. Öte yandan ben ölü kalmak istiyordum ama gözlerimin önünde sessiz çığlıklar atarak silinen bir ruhu gördükten sonra gerçekten bunu istiyor muyum emin olamadım.
Ruhlar etrafta sessizce süzülmeye devam ederken hâlâ renkleri izliyor, daha başka neler göreceğimi merak ediyordum. Burada ne kadar kalacağım da belli değildi. Tüm bu ruhlar ne kadar süredir buradalardı?
Bir süre sonra ağlayan bir ruh gördüm. Dalları harap olmuş ölü bir ağacın altında saçlarını yolarcasına tutup ağlıyordu. Onu duymuyordum. Sadece sessiz ağıtlarını görüyor ve izliyordum. Ağlayan ruh, sanki bir şeyi tutmaya çalışır gibi kolunu uzattı. Görünmez bir noktaya dokunuyor gibi ya da durdurmak ister gibiydi. Kolunu uzattığı yöne baktım. Elleriyle boğazını tutmuş, dizleriyle yere çökmüştü. O siliniyordu. O ölüyordu. Rengini pek seçememiştim. Mor, belki de pembeydi. Ancak tam olarak silinirken görebilmiştim onu. Son pigmenti silinirken şahit olmuştum yok oluşuna.
Gördüğüm şey bir Asiye idi. Ölü ruhlara ağıt yakıyordu. Ölmek bu kadar acı verici miydi? Saniyelik bir şeydir sanırdım. Ölmek basit olmalıydı. Tek bir nefeste bitmeliydi bu iş. Ölüm bu kadar acı verici olmamalıydı. Ölmek istemedim. Ölü kalmamalıydım. Silinmek beni korkutmuştu. Canımın ne kadar acıyacağını düşünmek beni dehşete düşürüyordu. Asiyeler, Asiyeler ne olacaktı? Yaşamımda benim için ağıt yakacak bir Asiye var mıydı? Asiyeleri düşündüm. Asiyeler’imi düşündüm.
Araftaki ruhuma baktım yeniden. Kırmızılarımın daha da soluk göründüğünü fark ettim. İçimi bir korku kapladı. Silinecek miydim? Ne tarafa gideceğimi bilemedim. Sağa sola koşturup durdum. Biraz daha silindi rengim. Yaşlı ruhun ne dediğini hatırladım. “Son bir şey daha küçüğüm. Eğer yeterince şanslıysan buradan kurtulmanın üçüncü bir yolu daha var.” Bu çıkışı bulmalıydım. Ne kadar zamanım kaldı bilmiyorum. Burada zamanı öngörmek oldukça güç.
Bir kapı aradı gözlerim. Madem burası bir çıkış yolu o hâlde gizli bir kapı olmalıydı. Nereden başlayacağımı bilemedim. Ruhum beni nereye çekerse oraya gittim. Deli gibi etrafıma bakıyor, sağa sola ilerliyorken ruhumda bir dalgalanma hissettim. “Gerçekleşiyor” diye düşünürken arkamda başka bir ruhun varlığını hissettim. Yüzümü ona doğru döndüm. Karşımda duran ruhun rengi de kırmızıydı ama bir gariplik vardı. Hiçbir ruhun rengi aynı tonda olamazdı. Öyleyse bu ruh nasıl olur da benimle aynı renkte olurdu.
“Seni korkuttum mu?” diye sordu benimle aynı renkte olan ruh. “Ya da bu kadar korkmanın sebebi ben miyim? Beni fark etmeden öylece içimden geçip gittin.”
“Ben çok üzgünüm ama sanırım silinmek üzereyim.” diyebildim sadece. O esnada, aynı anda renklerimizin biraz daha solduğunu gördüm. İki ruh aynı anda silinebilir miydi? O, bu sorunun cevabını biliyor gibi baktı. İlk kez bir ruhun tebessüm ettiğine şahit olmuştum. Onun gülümsediğini görünce istemsizce dudaklarımın kıvrıldığını hissettim. Bir ruh kahkaha atabilir miydi?
Kafamın içindeki tüm soruların cevabını biliyor gibi yaklaştı bana. Elini yanağıma koydu. Sıcaklığını hissetmiştim. Bir ruh bu kadar canlı hissettirebilir miydi? Hiç tereddüt etmedi. Diğer elini de yanağıma koyarak kendine çekti beni. İzin verdi arafta bir günah işlememize. O an anladım yaşlı ruhun bahsettiği üçüncü yolun ne olduğunu. Üçüncü yol sevgiydi. İki ruhun birleşmesiydi. Araftan kurtulmak işte bu kadar kolaydı.
Umut, öyle haindir ki yüksek bir binanın tepesinden atlayıp tam yere çakılacağın esnada havada asılı kalmak gibidir. Ölü kalmak da benim için öyleydi. Her şey bitti derken silinecek bir ruh olduğumu zannederken, aslında sevginin beni bulacağından habersizdim. Kimileri için bu mucizeydi. İnandığınız her neyse, sevgi tam olarak oydu.
Unutmamak gerekiyor çünkü “Her zaman bir ihtimal daha vardır.”