İNSAN ÖTESİ DEĞİL KİMLİK ÖTESİ ETİK ÖZNE

Kimlik siyaseti, modern demokratik rejimlerin gelişimiyle birlikte, özellikle 20. yüzyılda farklı kimlik gruplarının hak taleplerinin görünür hale gelmesiyle önem kazanmıştır. Amerikan sivil haklar hareketi, feminist dalgalar gibi çeşitli toplumsal hareketler bu politikanın tarihsel örneklerindendir. Bu hareketler, bireylerin marjinalleştirildikleri kimlikleri temelinde örgütlenerek hak ve eşitlik taleplerini dile getirmiştir.
Simone de Beauvoir’un feminist felsefesi, kimlik siyasetine dair ontolojik sorgulamaların önemli bir kaynağıdır. İkinci Cins adlı eserinde kadınların “öteki” olarak konumlandırılmasını ele alırken, kimliğin nasıl bir baskı mekanizmasına dönüşebileceğini ortaya koyar. Ona göre insan varoluşu “kendilik” ve “öteki” arasındaki diyalektik ilişkide şekillenir. Ancak kimlik siyaseti, bu ilişkiyi kalıplaştırarak bireyin özgürce varoluşunu engelleyebilir.
Bu düşünsel zemin, Hegel’in “özün kendini tanıması” kavramından Sartre’ın “özgürlük ve seçim” anlayışına kadar uzanır. Hegelci diyalektikte birey, kendini ancak toplumun içinde tanıyabilirken Sartre, bireyin özgür iradesiyle kendi kimliğini yaratabileceğini savunur. Ancak bu felsefi zenginliğe rağmen kimlik siyaseti bireyi yalnızca ait olduğu gruba indirgeme riski taşır.
Emmanuel Levinas, etik sorumluluğun temelini “öteki’nin yüzü”nde bulur. Öteki’nin yüzü, insanın etik sorumluluğunu uyandıran bir çağrıdır ve bu çağrı, kimliksel kategorilerin ötesinde koşulsuz bir insanlık talebidir. Oysa kimlik siyaseti, bu etik çağrıyı çoğu zaman belirli kimlik sınırları içinde hapseder; “öteki”ni yalnızca tanımlı kategorilerle kabul eder.
Jacques Derrida’nın yapısöküm yöntemi, kimliklerin sabit ve sınırlandırılmış yapılar olmadığını, aksine sürekli yeniden yorumlanabilir, çoğul ve akışkan yapılar olduğunu savunur. Bu bakış açısı kimlik siyasetine yöneltilen bir başka eleştiriyi besler: Bireyin çoğul kimliklerine müdahale eden kalıplar, insan olmanın esnekliğini ve karmaşıklığını göz ardı eder.
“Ben sadece insanım” diyebilmek, kimlik siyasetiyle dayatılan kalıpların ötesine geçmek, insan olmanın temel etik ve varoluşsal boyutlarına dönüş anlamı taşır. Bu ifade, Levinas’ın koşulsuz etik sorumluluğuyla Sartre’ın özgürlük anlayışının kesişiminde yer alır: Öteki’ni kategorilerden bağımsız kabul etmek ve kendini özgürce tanımlamak. Böyle bir yaklaşım, hem bireyin varoluşunu yeniden inşa etmesine hem de toplumsal ilişkilerin etik bir zeminde yeniden şekillenmesine olanak tanır.
Kimlik siyaseti, çağdaş toplumlarda belirleyici bir paradigma haline gelmiş olsa da, bireyin varoluşsal bütünlüğü açısından sancılı bir sınavdır. Bu sınavın merkezinde, kimliklerin politikleştirilmesiyle bireyin “salt insan” olarak ifade edilebilme özgürlüğünün sınırlandırılması yer alır. “Salt insan olarak var olmak”, bu indirgemeciliğe karşı yükselen bir varoluş ve özgürlük çağrısıdır.
Varoluşçu felsefe, bireyin kimlik siyasetine karşı konumunu anlamlandırmak açısından önemli bir zemin sunar. Sartre’ın “özgürlük ve sorumluluk” anlayışı, bireyin kimliklerini seçme iradesini vurgular. Oysa kimlik siyaseti, bireyi önceden belirlenmiş kalıplara sıkıştırarak bu özgürlük modelini kısıtlar. Heidegger’in “Dasein” kavramı da bireyin dünyada-olma halini, anlam üretme ve özgünleşme süreçleriyle açıklar. Ancak kimlik siyasetinin kalıplaştırıcı doğası, bu özgünleşme sürecini zedeler.
Bu noktada etik bir sorumluluk devreye girer. Hannah Arendt’in “insanlık durumu” ve “ortak dünya” kavramları, kimlik siyasetine yönelik etik bir eleştiri imkânı sunar. Arendt’e göre insanlık ancak ortak bir dünya kurarak birbirini anlama ve tanıma çabasıyla mümkündür. Kimliklerin siyasallaşması ise bu ortak dünyayı parçalayarak ayrışmayı derinleştirir.
Levinas’ın etik yaklaşımıyla birleştiğinde “Ben sadece insanım” demek, ötekini kimliklerinden bağımsız olarak kabul etmeyi ve insan olmanın evrensel sorumluluğunu üstlenmeyi ifade eder.
- Sonuç olarak kimlik siyaseti bireyin aidiyet ve adalet taleplerini görünür kılarken, aynı zamanda onu çeşitli kimlik kalıplarına sıkıştırarak varoluşsal yorgunluğa sürükler. Simone de Beauvoir’un özgürlük vurgusu, Sartre’ın irade anlayışı, Heidegger’in özgünleşme perspektifi, Arendt’in ortak dünya fikri, Levinas’ın etik sorumluluğu ve Derrida’nın yapısökümcü yaklaşımı,“İnsan-ötesi değil kimlik-ötesi etik özne”’nin felsefi arka planını oluşturur. Bu ifade, hem bireysel özgürlüğün hem de etik sorumluluğun ifadesidir; kimliklerin ötesinde insan olmanın bir direnişidir.
Kaynakça
Beauvoir, S. de. (2010). İkinci Cins (C. Altay, Çev.). Sel Yayıncılık.
Derrida, J. (1976). Of Grammatology. Johns Hopkins University Press.
Heidegger, M. (1962). Being and Time. Harper & Row.
Levinas, E. (1969). Totality and Infinity. Duquesne University Press.
Sartre, J.-P. (2007). Existentialism Is a Humanism. Yale University Press.