SON YUVA

Her hikâye mutlu sonla biter mi bilmiyorum ama kendimi hayatın bana oynadığı oyunun içinde bulduğumdan beri kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Bir başkasının hayatını mı yaşıyorum yoksa tüm bunlar ne anlama geliyor bilmiyorum.
Evet, ben bir katilim. Öyle olduğuma kendimi inandırarak, belki de bunu bilerek yaşadım. Onca zaman geçti ve ben bir yalanı yaşadığımı şimdi anlamaya başlıyorum. Ama bir zamanlar âşık olduğum adam ve yanında en yakın dostum dediğim kişi varken her şey ölesiye karmaşıklaştı. Kulaklarımın uğuldadığını hissediyorum. Nefes alamıyorum çünkü yaşamıyorum. Arabanın arka koltuğundaki sarışın kız gözlerimin önünde bulanıklaştı. Sesler duyuyorum ama neler olduğunu idrak edemiyorum. Kafamın içinde tek bir şey yankılanıyor. O da Kumsal’ın ben bayılmadan önceki son sözleri.
“İntikam hiçbir zaman sana ait olmadı Defne. Çünkü sen kimin hayatını çaldığını bile bilmiyorsun…”
Bir Ay Önce
Kumsal haklıydı. Ben tam bir maymun iştahlıydım. İnadım uğruna en yakın dostumu kaybettim. Sırf deli gibi âşık olduğum çocuğa göz koydu diye onu yerin dibine soktum. Onu ayarttığını düşündüm ama Savaş, Kumsal’a âşıktı bana değil. İkili oynayan Savaş’tı. Bunu anlamam için Kumsal’ın ölmesi gerekmemeliydi. Onu uçurumdan aşağı itmeden önce bana “Sen benim dostumsun Defne” demişti. Kolumda duran bilekliğe baktım. Pişmanlığın beraberinde getirdiği vicdan azabının görüntüsü yansımıştı gümüş bilekliğe. Bu mektup her şeyi açıklıyordu. Bunca zaman onu hep kıskandım ama ne uğruna? Okuduklarıma inanamıyorum. Bu hayatta belki de beni gerçekten seven tek kişiyi katletmiştim.
Bir hafta önce onu son gördüğüm günü hatırladım. Öyle öfkeliydim ki gözüm dönmüştü. “Onu ben öldürmedim… Yanlışlıkla oldu. Ben katil değilim… Ayağı kaydı. Onu ben itmedim.” Artık sayıklamaya başladım. Elimdeki makası lavabonun içine atıp ellerimle kulaklarımı tıkadım. Kafamın içindeki sesleri susturamıyordum. Durmadan bana “sen bir katilsin” deyip üstüme geliyorlar. Ben katil değilim. Ben yanlış bir şey yapmadım.
Sayıklamaya devam ederken geriye doğru birkaç adım attım. Sırtım duvara geldiğinde yere çöküp hıçkırarak ağlamaya devam ettim.
“Ben ne yaptım!”
Olayın Gerçekleştiği Gece
“Kes sesini! Senin yalanlarından bıktım artık.”
“Defne, anlatmama izin ver lütfen. Ben onu öpmedim o beni-“
“Sorun öpüşmeniz değil anlamıyor musun? Çocukluğumuzdan beri her zaman her şeyin en iyisi sana verildi. Tüm ortaokul ve lise hayatımız boyunca en çok sevilen öğrenci sen oldun. Hep en popüler sendin. Bütün erkekler sana âşıktı. Öğretmenlerin gözdesiydin. Kendi annem bile seni benden daha çok seviyordu. Ben hep sıradan ve basit biriydim senin etrafındakiler için. İnsanlar neden benimle takıldığını sorgulayıp durdular. Çünkü ben senin kadar sevilen biri olmadım hiç.”
Ona bağırmaktan nefesim tükenmişti. Yılların acısını dökmek için gecenin üçünde bir uçurum kenarında olmak pekiyi bir fikir değildi sanki. Rüzgâr şiddetlendikçe Kumsal’ın arkasındaki uçsuz bucaksız deniz daha da korkutucu görünüyordu. Dalgalar şiddetli bir şekilde kayalıklara vururken ürperdim. İçimde kötü bir his vardı.
“Her zaman çokbilmiştin. Hep mükemmel görmek zorundaydın. Durmadan hayatıma burnunu soktun. Bana hiçbir zaman saygı duymadın. Lisenin ilk günü sırf seni tartakladığı için kızın biriyle kavga ettim. Kızın kara kuşak olduğunu nereden bilebilirdim öyle değil mi? Tek bir hareketiyle siyah tişörtümü yırtınca çamaşırımla kala kaldım. Yılın değil tüm zamanların en eziği ilan edildim. Herkes bana gülerken kim vardı yanımda biliyor musun?”
“Defne. Ben, o gün biliyorsun-“ Lafını bitirmesine izin vermedim.
“Hiç kimse! Tüm okul benimle alay ederken tek başımaydım!” Öfkeden deliye dönmüştüm. O günden beri artık en iyi arkadaş değildik. Ben, yalnız başına tüm zamanların en eziği ilan edilince o da kendine yeni bir arkadaş grubu buldu. Bugün burada olmamızın sebebi bu düşmanlıktı aslında. Savaş’ı elimden alması bardağı taşıran son damla olmuştu.
Elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. Yavaş yavaş ona doğru ilerlerken yüzümdeki ifadeyi karşımda bir ayna varmışçasına görebiliyordum sanki. Nefret doluydu. Onun ölmesini isteyecek kadar nefret dolu. Ben onun üzerine geldikçe o geri geri gidiyordu.
“Benden çaldıkların için seni asla affetmeyeceğim.”
“Defne lütfen daha sakin bir yere gidelim. Beni korkutuyorsun.” Demesine rağmen durmadım. Tökezleyene kadar üzerine yürümeye devam ettim.
“Sen benim hep en iyi arkadaşımdın. Savaş umurumda bile değil.”
“O senin umurunda olmayabilir ama sen onun umurundasın Kumsal ve bu beni deli ediyor.” Arkasına bile bakmadan geriye doğru yürümeye devam etti. Aramızda bir adım mesafe kaldığında durdum.
“Artık sen de benim umurumda değilsin!” dedim ve onu iki elimle omuzlarından tutup aşağı ittim. Boşluğa düştüğündeki tiz çığlını duydum. Bir adım daha ve işte cansız bedeni kıyıya vurmuştu. Denizin sert dalgaları kayalıklara çarparken gözlerimden bir damla yaş süzüldü.
“O bunu hak etti.”
Artık gün doğmuyor, güneş batmıyordu benim için. Tamı tamına bir ay olmasına rağmen her saniye tüm ayrıntılar gözümün önüne geliyordu. Çocukluğumdan bu yana yenemediğim öfke problemim bu sefer gerçek bir suça yol açmıştı. Hayır, hayır. Baksana, bu ben miydim? Artık giderek kontrolümü kaybediyordum. Fakat aksine her geçen gün içimde teslimiyetin verdiği hüzünlü huzur giderek büyüyordu. Bu tezatlık sanırsam zavallı ruhumun acıya dayanamayıp bana bahşettiği acınası bir ödüldü.
Aklıma eski halim geldi. Lisede herkesin zorbaladığı o zavallı Defne. Tek istediği şey o “popüler kızlar” gibi olmak olan minik kız.
Banyoda ağlarken kafamı havaya doğru çevirdiğimde fark ettim. Gözlerimin içine yine ıslak ıslak bakarken gördüm kendimi. Acı çekene has gülümsemeyle aynaya yaklaştığımda gözüken dişlerimden tanıdım kendimi. Eski Defne’yi.
Aslında hep aynıydım ya, hep o istemsizce ve sebepsizce ışıldayan gözler -renginden sebep-, gülerken de ağlarken de istemsizce gözüken biraz büyükçe dişlerim, biri diğerinden daha küçük olan burun deliklerimin konduğu burnum. İşte tam da o an yetmiş iki kiloluk Defne bana baktı. Size yemin edebilirim ama ispatlayamam. Kendime ispatladım ama. Tekrar baktım o mu diye, oymuş. O an karakter değiştirip lisedeki halime geçtim. Aynadaysa şimdiki halim vardı. Evet, Defne abla.
Yeşil gözlerim yine ışıl ışıldı istemsizce, tabii biraz da saatlerdir ağlamamdan kaynaklı. Ama hiç geçmezdi ki gözlerimin ışıltısı. Yaradılış mevzusu sanırım. Burnuma baktım. Bir an kendimi unuttum, gerçekten Defne ablaya bakıyorum sandım. Burnuma piercing eklenmiş. Yüzüm incelmiş. Yanaklarım hala biraz mevcut. Ağzımsa tamamen aynı. Kaşlarım ince. Ama yüz ifadem, işte o yüz ifademden tanıdı büyük Defne küçük Defne’yi. Yine ağlıyordu anlaşılan bu kız. Yine neye acaba diye düşünürken fark etti işte o piercingi. Demek ki her şeyi küçük bir piercingle çözebileceğini düşünüp deldirmişti burnunu. Ama bak işte, yine ağlıyordu bu kız.
Bayağı da kilo vermişti anlaşılan. Eskiden ki tombul yüzünden neredeyse eser yoktu. Ama işte Defne, işte Defne kilo verse de ağlıyordu demek ki. Güzeldi de, burnundakine de çok şaşırmıştı. Sonunda kendini bulmuştu fakat ağlıyordu işte. Hem de o kadar içten o kadar içten ağlıyordu ki küçük Defne dayanamadı. Hep hayalini kurduğu görünüşe sahip o aynadaki Defne’ye destek olmak istedi. Hâlbuki görünüşte en çok olmak istediği kişi karşısındaydı. Ama kalbi demek ki hala aynı. Yüz ifadesindeki masumluktan tanımıştı zaten kendisini. Yüzündeki sivilcelerden de tanımıştı birazcık. Tek fark vardı, kalbi. O da zaten aynada gözükmezdi.
Küçük Defne bana bakarken daha fazla dayanamayacağımı anlamıştım. Artık buna bir son vermem gerekiyordu. Aslında biliyor musun, kendini hep dünyaya fazlalık ve gereksizlik olarak görmüştüm. Fakat hiç şu anki kadar içten hissetmemiştim bunu.
Küçükken öfkem hep ailemeydi. Aptaldı benim için ailedeki herkes. Bazen aptallıklarına dayanamayıp kendimi balkondan aşağı bırakasım gelirdi. Zaten hep intihara meyilli bir yapım vardı. Kullandığım ilaçları sırf kilo almaya başladığ. İçin bir anda kestiğim günden beri bu daha da artmıştı. Şimdiyse kendimi artık hiç tanıyamaz hale gelmiştim. Sanki kendime dıştan bir gözle bakıyor, bir piyesi sahnelendirirken kendimi izliyor gibiydim. Çektiğim acı bazen zevk de veriyordu. Bunları dünyaya olan fazlalığımın cezası gibi görerek falakaya muhtaç bir eski zaman kölesi gibi acısına muhtaç olduğumu hissediyordum. Peki, şimdi ne olabilirdi? Çıkmazdaydım. Çıkmazdaydım ama kafam inanılmaz durgundu. “Sanırım vakti geldi.” diye düşünerek en sevdiğim yer olan kitap okuma köşeme gittim.
Pencereyi sonuna kadar açtım. Gökyüzü tamamen berrak ve yıldızlarla doluydu. O an içimden yazmak geldi. Her şey bitmeden önce sadece yazmak. Savaş’ın bana doğum günümde aldığı pelüş defteri açarak bir şeyler karaladım.
“Bak korkuyorum, tir titriyorum.
Isıtıcıyı açar açmaz terliyorum ama.
Hepsi korkudan biliyor musun?
Hepsi korkudan yine işte.
Üstüm başım yırtıktı çıplak ayakla sığınacak limanımı ararken benim.
İçim kan dolu,
Bedenimse darp raporsuz.
Can yangısı nedir ben doğuşta öğrendim.
Annemden değil yeniden her doğduğumda.
Belki bugün artık gün bana doğmayacak,
Son kez yıldızlara bakarken düşündüm bunu
Sanki beni uğurlamaya gelenler gibi parlak ve tam önümde dizilmiş haldeler.
Keşke gün hiç doğmasa derdim hep.
Güneşten de nefret ettim neşeden de.
Tek huzurum hüznüm oldu, içimde yanan ateş oldu.
Sevimsiz ruhlara iğrenirken kendimde buldum tek güvenimi.
Ama şimdi,
Ama şimdi,
Ama şimdi bak sadece yıldızlar bana bakıyor.
Hepsi de içten ve en içten gülümsemeyle.
Artık geçmişimin hüznünde bulduğum güvende huzur da aramıyorum.
Sadece gece, yıldızlar ve ben.
Yine sabah olduğunda benden selam söyleyin artık.
O sevemediğim migrenimi artıran güneşe,
En güzel havaya.
En sevdiğim şeydi bu ılık hava.
Ama şimdi
Ama şimdi yıldızlar da beni uğurlamaya gelmişler.
Biliyorum, bu oluyor hissediyorum.
Hep en güzel geceler herkesin olsun.”
Kalemi ve defteri bırakıp gökyüzüne baktım son kez. Daha sonra telefonumu aldım elime. Savaş’ı aramak istedim o an. Bir an önce arayıp kurtulmak için hiç düşünmeden tuşlara bastım. Saniye geçmemişti ki Savaş telefonu açtı. Kalan son ses tınımla konuştum:
“Ölümle aramda sadece bir pencere var.”
Savaş anlamlı şekilde sustu. Anlamlıydı çünkü bunu hep yaşamıştım. Anlamsız susmasıyla anlamlı susması çok farklıydı. Fakat sonra telefonun karşı hattından bir ses geldi:
“Ölümle aramda sadece sen varsın.”
Yutkundum. Başka bir konuşma olmadı. Telefonu masanın üzerine koydum. Defterimi ve kalemimi tekrar elime alarak yazdım:
“Atlamaya çıktığım pencereyi hasta olurum diye kapattım bugün.
Her şeyden vazgeçtim ve kaybedecek bir şeyim kalmadığında duruyorum şimdi.
Yıllarca arayıp da bulamadığımı buldum bugün.
İnsan ölmeye değil ölmemeye karar verince sıfırdan başlarmış her şey.”
İşte o gün hayatımı değiştirmeye başladım. Tekrardan tuvalete gittim; yarım yamalak kestiğim saçlarım, burnumda piercing, değişik yapılı vücudumla aynaya bakıyordum. Kendimden tiksinmemeye çalışıyordum. Her şey değişecekti, artık karar vermiştim; önce savaşı bitirecektim kafamda ve kalbimde, sonrasını daha planlamadım. Ama ondan önce yapmam gereken bir şey vardı: Kendimi değiştirmek. Her şey burnumdaki piercing ile başladıysa, önce onu yok etmem gerekiyordu. Aynaya bir adım daha yaklaştım, tekrardan gülümsedim ve piercingi canımı acıtmadan çıkartmaya çalışıyordum.
İlk yaptığım günü anımsadım.
Lise 2’ye giden herkes tarafından ezik görülen bir kızdım. Okulun popüler kızı olan Hira piercing taktırmıştı. Herkes ona hayranlıkla bakıyordu. Zaten genel olarak öyle bakılırdı Hira’ya. Hep yüksekteydi; onunla takılanlar da popüler ve zengin insanlar olmak zorundaydı. Yani benim tam tersim olan insanlar. Ama ben de popüler olmak istiyordum. Bu yüzden piercing taktırmam gerekiyordu. Bunu Kumsal’a söylediğimde gülmüştü. “Biz onlar gibi olamayız, görmüyor musun? Kız, şimdi en kaliteli yerde taktırdı piercingi, sen nerede taktıracaksın? Mahallenin köşesindeki izbe yerde mi?” Gözlerim doluyordu ama belli etmemem gerek. Haklıydı belki de Kumsal; ben nerede taktıracaktım ki, o izbe yerdeki dövmeci dükkânında mı? Evet, orada taktıracağım; sonuçta orası da dövmeci değil mi? Okul çıkışı Kumsal’a yalan söyleyerek yanından ayrıldım ve o izbe dükkâna gittim. İçerisi pis, sigara dumanıyla kaplıydı; aynı babamın içtiği iğrenç sigaralar gibi. Gözünün biri kapalı, sağ kolu ful dövme ile kaplı bir adam, sehpaya ayaklarını uzatmış, muzip bir sırıtışla bana bakıyordu. O sararmış dişlerini görünce midem bulanır gibi oldu ama yapacak bir şey yoktu; içeri girecektim. Piercing taktıracağımı ve az bir harçlığım olduğunu söyledim. Yine o pis sırıtışıyla, “Para önemli değil, bir gün ödersin borcunu. Şimdi şuraya otur ve beni bekle,” dedi. Yerinden kalkmıştı; 1.85’e yakın boyu vardı, 30 yaşından büyüktü sanırım, yüzünde hafif kırışıklıklar vardı çünkü. Kanepe tarzı yere oturduğumda elinde aletlerle gelmişti. Pis nefesi burnumun içini deliyordu resmen. Canım çok yanmıştı, kan geliyordu. Ama adamın hiç umurunda değil gibi devam ediyordu. Ve en sonunda bitmişti; aynaya baktığımda kan toplamış bir burun gördüm sadece. Hiç memnun olmamıştım bu durumdan. Eve gittiğimde zaten kimseyle konuşmadan odama geçecektim, kimse fark etmeyecekti ama okulda ne yapacaktım bu şişmiş burnumla? İki kat iğrenmiştim kendimden. O gün gittiğimde de herkesin alay konusu olmuştum zaten. Hala Hira’nın sözleri kulağımdaydı: “Sen bir eziksin ve hep öyle kalacaksın.” Belki de haklıydın Hira; ben eziktim. O gün Kumsal da “Seni uyarmıştım,” dedi. Ama ben yine Kumsalı dinlememiştim. Her zaman olduğu gibi dinlemedim.
Kafamı kaldırıp aynaya tekrar baktım; yine taktığım günde olduğu gibi kanıyordu. Sıcak kan damlaları ağzımdan aşağı damlıyordu. Kan kokusu burnumdaydı. Tam yüzümü yıkacakken birden kapı çaldı ve kapıya gittim.
Gelen kişi alt komşumuz Kevser ablanın kızı ki kendisi mahalleden yakın arkadaşım, Nur’du. Nur’u kapıda görmek açıkçası kapıya giderken ki sövgülerimi alıp götürmüş ve yerini sükûnetle kaplı bir huzura bırakmıştı. Zira Nur, Kevser abladan dolayı olsa gerek fazla olgun ve manevi hayatı önemseyen, buna uygun yaşamaya çalışan şükür dolu bir insandı. Benden 1 yaş büyük olmasının psikolojik etkisinden midir bilemem fakat kendisine pek çok kez saygı duyduğum sahneleri hatırlıyorum. Annesi ile ilişkileri, babası ile olan saygılı fakat bir o kadar yakın diyalogu beni hep etkilemişti. Kendisi aslında benim “ideal” yanımı temsil ediyordu. Hira’nın aksine… Hira ve Kumsal beni hırslandıran, kimliğimden uzaklaştıran yanlar iken Nur tam tersi beni asli olana; olması gerekene döndürendi.
“Hoş geldin Nur.” Dedim saçı başı saklamaya çalışarak.
“Ay Bismillahirrahmanirrahim! Defne bu ne hal?” Şaşkınlıktan iri kahve gözleri yerinden çıkacak gibiydi.
“Gel içeri, konuşuruz. İyi değilim pek.” Titreyen sesimden, burnumdan akan kandan belliydi zaten iyi olmadığım.
“Ay inanmıyorum kızım ne oldu sana ne oldu? Ay Allah’ım sabır ver Ya Rabbim!”
Mutfak masasına oturduk, sigara paketinden bir sigara aldım ve Nur’a da uzattım. Sigarayı yakıp, dumanı içime çekmeye başladım. Artık Nur’dan kaynaklı olsa gerek içim bir huzurluydu. Adı gibi gelmişti bana, belki de Allah’ın en büyük işaretiydi bunca yıllık hayatıma…
Nur sigarayı ağzına götürüp çakmakla yaktıktan sonra “Anlat ne oldu kuzum? Dinliyorum seni. Şu peçeteyi de al biraz daha bastırarak tut, kanı dursun.” Dedi.
Uzattığı peçeteyi elinden alıp kan sızıntılarına doğru sürerek konuştum. “Sence ben ezik biri miyim? Ezikliğimden dolayı mı huzursuz içim? Ne olmayı istiyorum ki ben? Amacım ne? Bir yanım ışıl ışıllık isterken bir yanım böyle sana özeniyor Nur! Sıkıştım içimdeki ıssız ve kuytu kabuklara! Çevremdeki her insana özenmekten, kendimi başka beden ve ruhlarda aramaktan kimliksiz, çizgisiz, savruk bir insana dönüştürdüm.”
Büyük bir suçluluk ruhuyla konuşuyordu Defne bu hali nurun gözünden kaçmadı. Ruh çıkmazında bir karmaşada olduğu çok belliydi. Gözlerindeki derin pişmanlığı da hissettiriyordu. Farkında bile değildi bir sigara bitmeden diğerini yaktığının. Gizlediği o içindeki tufan neydi.
“Defne sende bir başka hal var paylaşmak ister misin?”
“Bırak şimdi bunları ben neden böyleyim.”
“Nasıl?”
“Kaybolmuş gibi.”
“Bu dünyanın bir imtihan olduğunu biliyorsun değil mi Defne?”
“Bilmek yetmiyor.”
“Doğru sadece bilmek yetmez.”
“Peki, ben neden böyleyim Nur?”
Nurun sözlerinde bir çıkış arıyordu. Karanlık düşünceleri önünü görmesini ve gerçeği anlamasını engelliyordu. Şimdi Nur ona dese ki, ‘Defne bu yaşadıklarının sebebi sadece sensin’ ne derdi? Kabullenir miydi? Yoksa kolundan tutuğu gibi kapının önüne mi koyardı Nur’u? Tedirgin oluyordu Nur, çünkü Defne’nin göz bebekleri çukurun içinde fır fır dönüyordu. O korkuyla yanaştı ve
“Sen neden böyle olduğunu düşünüyorsun?” dedi.
“Sanki herkes beni kaosa sürüklemek için el birliği yapmış gibi.”
Haksızlığa uğrayan biri gibi gözlerini açtı, sigarasını bıraktı sesini incelterek, ellerini bir hışımla birbirine vurup, “Tebrikler, hepsi de başardı!” diye haykırdı.
Hali hiç iyi değildi.
“Ee sen ne düşünüyorsun Nur, hissettiklerim konusunda haksız mıyım?
“Haksız olduğunu düşünmüyorum. Ama..”
“Ama ne?”
“Bazı hoş olmayan durumlar yaşamış olunabilir. Ama sanki bana öyle geliyor ki yaşadığın bu durumlar da hayat direksiyonunu hırs yapmaya çevirmişsin ve kendi içindeki gönül bahçene diken dikmeyi seçmişsin. Ve onlar sana battıkça kanamışsın, kanadıkça herkese düşman kesilmişsin. Zor olsa da sana verilenle mutlu olmayı az da olsa onunla yetinebilmeyi başarabilseydin şu an karşımda bambaşka bir Defne olurdu. Çünkü Allah herkese bir yaşam tarzı takdir etmiştir. Herkese ayrı meziyet vermiştir. Sen kendini başkalarıyla kıyaslayarak ezik hissetmişsin, hâlbuki hiçbir insan ezik değildir. Eğer sen içindeki Allah’ın sana verdiği meziyetle meşgul olsaydın sen de o meziyetin yıldızı olabilirdin. Meselâ çok duygulu şiirlerin var. Üzerinde çalışıp, şiir kitabı çıkarır, insanların duygularına dokunur, kelimelerinin sihriyle herkesi hayran bırakabilirdin? Ama sen içini kemiren bir kemirgen gibi kendini bitirme yoluna girmişsin. Unutma! Bu yoldan dönmek yine senin elinde. Seni ne kadar sevdiğimi bilirsin. Ama şu an sana baktıkça içim parçalanıyor.”
Nur’un uzun anlatımından sonra, Defne sükûnet içinde hayretle yüzüne bakıyordu. O hırçın, kızgın, ateş parçası hallerini derin bir sessizlik almıştı. Nur’un içini hafiften ürpertiyle beraber, umut da sardı. Acaba bu fırtına öncesi bir sessizlik miydi? Yoksa sözlerinde doğruluk payının olduğunu düşünen bir iç muhasebe mi?
Saat 03:12. Telefonun ekranı birden yanıp söndü. Defne, gözlerini tavana dikmişti; uykusu yoktu, sadece bedeninin yorgunluğuyla baş başaydı. Kalbi uzun zamandır bir boşluğu taşıyordu; ne bir kıpırtı ne de bir umut vardı içinde. Günlerdir kimseyle konuşmamış, sadece sessizce ağlamıştı. Gözyaşları bile yorgun düşmüştü artık. Ekrandaki bildirim dikkatini çekti: “Seni seviyorum.” Gönderen: Mert. Gözlerini ovuşturdu, yanlış mı gördüm diye düşündü ama mesaj hâlâ oradaydı. Mert… Kimdi ki? Aylar önce ortak bir arkadaşları sayesinde takipleşmişlerdi. Hikâyelerini izlediğini hatırlıyordu ama hiç konuşmamışlardı. Parmaklarını yavaşça ekrana götürdü. Kalbi bir şey hissetti belki ama bu his heyecan değildi. Şüpheydi. Kırgınlıktı. “Beni tanımıyorsun bile,” diye yazdı. Birkaç dakika sonra cevap geldi: “Biliyorum. Ama uzun zamandır seni izliyorum. Yazdıkların, bakışların, çok hüzünlü. Ve ben seni sevdim. Gerçekten.” Gözleri doldu Defne’nin. Ama bu kez acıdan değil, şaşkınlıktandı. “Ben çok kırıldım,” dedi. “İçim bomboş. Kimseye güvenemem.” Mert’in cevabı yumuşaktı: “Güvenmek zorunda değilsin. Sadece konuşalım. Sessizliğine bile razıyım. Yanında olmak istiyorum.” Defne sustu bir süre. Sonra, usulca yazdı: “Tamam… Konuşalım.” Belki de ilk defa biri onu iyileştirmeye çalışmıyordu. Sadece yanında kalmak istiyordu. Ve bu, küçük bir umut demekti.
Ertesi gün, saat 14:44. Mert yeniden yazdı: “İyi misin?” Defne uzun süre baktı ekrana. “İyi” olmak artık ona yabancıydı. Cevap vermedi. Gün batarken odası yine karanlığa gömüldü. Günlerdir yemek yememiş, aynaya bakmamış, saçlarını toplamamıştı. Dünya onun gözünde bulanık bir siluete dönüşmüştü; sanki yavaşça siliniyordu hayattan. Saat 23:51’de yazdı sonunda: “Hayır, iyi değilim. Sadece çok yoruldum. Herkesten. Her şeyden. Kendimden bile.” Mert hemen cevap verdi: “Yorulmana gerek yok. Ben buradayım.” Defne buruk bir gülümsemeyle baktı ekrana. “Herkes ‘buradayım’ der… Sonra en çok canını acıtan da onlar olur,” dedi. Mert: “Ben farklıyım.” Defne iç çekti. “Bunu hepsi söyledi. En son ‘asla yapmaz’ dediğim kişi, en yakın arkadaşımı benden aldı… Sonra da gitti. Artık kimseye güvenemem. Kalbim kırık değil… Paramparça.” Uzun bir sessizlik oldu. Ardından Mert’in cümlesi ekranda belirdi: “Kendine zarar vermiyorsun, değil mi?” Defne’nin parmakları titredi. Cevap yazmadı. Geçen hafta pencerenin kenarına yürümüştü. Sadece birkaç saniye… Bir adımlık mesafeydi. Ama gökyüzüne bakmıştı o an. Yağmur yağıyordu. “Hâlâ yağıyor… Dünya dönmeye devam ediyor,” diye fısıldamıştı. Mert tekrar yazdı: “Bak… Bana inanmanı istemiyorum. Sadece bir ihtimal ver. Konuşmak zor geliyorsa, bir nokta koy. Ben seni yine anlarım.” Defne elleri titreyerek yazdı: “Hayatımda ilk kez biri bana dokunmadan sarılmış gibi.” Ve ardından ekledi: “Ve bu çok korkutucu.”
Yazdığı mesajın ardından hemen telefonunu kapatıp yastığının altına koydu Defne. Belki alacağı cevaptan korktu ya da yeni bir aşk, birine yeniden güvenebilmek onun için çok uzaktı. İçindeki hisleri bile tam anlamıyla bilemezken bir başkasını ne kadar bilebilirdi ki?
Sabah gözlerini büyük bir yorgunlukla açtı Defne. Saate bakmak için telefonunun ekranına dokundu. Ekran açılmadı. Bir an şarjının bitmiş olduğunu düşünse de hemen kendi elleriyle telefonunu kapattığını hatırladı. Artık akşamki kadar korkmuyordu. Yeni bir gün, yeni bir umut diyerek telefonunu açtı. Saat 09.13’dü. Hiçbir uygulamadan bildirim gelmemiş olduğunu görünce biraz içi burkuldu. Yalnızlığını hatırladı. Kendine en büyük kötülüğü yine kendi yapmıştı. Yanında olan, her sabah ona mesaj atan tek insanı… Gözünden bir damla yaş geldi. Tam ağlama seline yakalanacakken Mert’in mesajı düştü önüne “Hayatımda ilk kez birine dokunmadan sarılmışım gibi ve bu çok heyecan verici.” Bu mesaj sanki Defne’nin hayata yeniden dönüş biletiydi. Gözünden akan yaşları sildi ve “Ben varım…” diye cevap verdi. Bu Defne için hem çok büyük bir cesaret adımı hem de bir kuyuya atlamak gibi bir şeydi. Ama ne kaybedebilirim ki dedi kendine. En fazla ne olabilirdi, ne olabilirse yaşamadım mı zaten?
Defne, hayatında yaptığı bu değişikliğin ardından yeni düzenlemelere devam etmek istedi. Saçını, görünüşünü ve en önemlisi psikolojisini düzeltmeliydi. Önce kuaföre gidip saçlarını düzeltebilmek adına küt kestirdi. Kendini en iyi hissettiği renge, siyaha boyattı. Vücudundaki piercingleri çıkarttı. Ardından daha önce gittiği psikiyatrinin yolunu tuttu. Bir taraftan vicdanı sızlıyor Mert’i düşünüyordu. Mert ona iyi gelebilirdi ama o Mert’e iyi gelecek miydi bunu bilmiyordu. Bir anlık onu unutmaya karar verdi. Çünkü psikiyatri doktoruna her şeyi anlatmaya karar vermişti. Kumsal’ı deniz kenarını… Kendi kabul edemediği o itirafı yapacaktı. Sonunda özgürlüğünden olsa da temizlenecekti…
Defne, psikiyatri odasından çıktığında yüzünde ilk kez aylar sonra bir kararlılık vardı. Ama içi hâlâ dikenlikti. Doktoruna her şeyi anlatmıştı ama anlatmadığı tek şey vardı: Kumsal ölmemişti. Ya da en azından hâlâ cesedi bulunamamıştı.
Bir hafta önce…
Polislerden biri Defne’nin kapısını çaldığında gözlerinde ne korku ne de şaşkınlık vardı. Artık her şeye hazır gibiydi. Ama memurun ağzından çıkan sözler, Defne’nin ayaklarının altından toprağı çekip aldı:
“Denizde bir kadın cesedi bulundu. Kimliği henüz belirlenemedi ancak üzerinde bir bileklik vardı. Gümüş, iç yüzeyine ‘En iyi dostum’ yazılmış. Tanıyor musunuz?”
Defne’nin kalbi duracak gibi oldu. Bileklik… O bileklik. Kumsal’ın doğum gününde hediye ettiği bileklikti. Ama o bileklik onun kolunda kalmamıştı. Defne, olaydan sonra bilekliği alıp saklamıştı. Gözleri büyüdü. Demek ki…
“Hayır, tanımıyorum,” dedi. Yalan söylediğini kendisi bile hemen fark etti ama çok geçti.
…
Mert birkaç gündür mesaj atmıyordu. Defne bu sessizliği önce rahatlatıcı bulmuştu. Ama sonra… Sonra işin rengi değişti. Bir gece ansızın kapısı çaldı. Kapıda Mert değil, Savaş vardı. Defne gözlerini kısıp baktı. Yüzü solgun, elleri cebindeydi.
“Seninle konuşmamız gerek,” dedi sadece.
Defne ilk başta kapıyı kapatmak istedi ama sonra gözlerinin içindeki bir yabancılıkla karşılaştı. Bu, o tanıdığı Savaş değildi. Soğuk, mesafeli, ama bir şeyler biliyor gibiydi.
“Kumsal ölmedi Defne,” dedi.
Sanki zaman dondu.
“Ne saçmalıyorsun?”
“O gece… O gece birinin arkanızdan sizi izlediğini biliyorum. Biri bizi takip ediyordu. Ve sana bir şey daha söyleyeyim mi? O bilekliği Kumsal’ın kolundan ben alıp cebime koymuştum. Ama sonra kaybettim. Peki, polis onu nerede buldu sanıyorsun?”
Defne’nin gözleri karardı. Her şey bulanıklaşmıştı. Gözlerini kapattı, açtığında hâlâ oradaydı Savaş. Ve sonra cebinden bir telefon çıkardı. Ekranı Defne’ye uzattı. Bir video oynuyordu. Titrek bir el kamerası görüntüsü. Uçurumun kenarında biri… Defne. Karşısında Kumsal. Ve üçüncü bir kişi — Hira.
Defne’nin dizleri titredi.
“O videoyu kim çekti?” diye fısıldadı.
“Kim çekti bilmiyorum ama bana ulaşan kişi… Kumsal’ın hâlâ yaşadığını söylüyor. Ve senin onu bilerek ittiğini.”
Defne odasına koştu. Mektuplar… Günlükler… Defterler… Hepsini çıkardı. Artık biliyordu. Onu takip eden, video çeken kişi Kumsal’dan başkası değildi. Ve şimdi bir intikam planının içindeydi. Ama mesele sadece suçluluk değildi. Mesele, herkesin sandığından daha büyük bir oyun olmasıydı.
Telefonu titredi. Yeni bir numara.
“Merhaba Defne. Beni hatırladın mı?”
Bu, Kumsal’ın sesiydi.
“Yaşıyorum,” dedi. “Ve dönüşüm muhteşem olacak.”
Defne’nin parmakları titreyerek telefonu kapattı. Kalbi sanki göğsünden dışarı fırlayacaktı. Kumsal yaşıyorsa… Yaşıyorsa neden ortaya şimdi çıkmıştı? Onu neden arıyordu? Ve asıl soru: O gece gerçekten ne olmuştu?
Kafası kazan gibi olmuştu. Banyoya gitti, soğuk suyu yüzüne çarptı ama gerçekler yapışkan bir kâbus gibi göz kapaklarına yapışmıştı. Aynaya baktığında kendini değil, arkasında bir gölge gördü. Gözlerini kapadı. “Hayır… Bu sadece bir yansıma. Sadece yorgunum.”
Ama yorgunluk bu kadar net konuşmazdı:
“O bilekliği bana senin verdiğini söylediler, Defne.”
Kumsal’ın sesi yankılandı kulaklarında. Gerçek mi hayal mi ayırt edemiyordu artık. Aynadaki buğunun üzerine kendi kendine yazılmış gibi bir cümle belirdi: “Geri döndüm.”
Ertesi gün Defne, Nur’a uğradı. Tüm gerçekleri anlatma kararı almıştı. Nur, onu her zamanki gibi içtenlikle karşıladı. Ama yüzünde bir gariplik vardı. Gözleri sanki başka bir hikâye anlatıyordu.
“Nur, sana bir şey söylemem lazım. Kumsal yaşıyor olabilir.”
Nur dondu. Gözleri kıpırdamadı, dudakları aralanmadı.
“Biliyorum,” dedi sadece.
“Ne!”
“Bana ilk gelen o mesajı gösterdiğinde… Aslında o mesajı sana atan da oydu. Kumsal. Mert değil.”
Defne’nin gözleri karardı. Mert’in kim olduğunu düşündüğünü bile sorgulayamadan, parçalar yerinden oynamaya başladı. Nur devam etti:
“Mert diye biri yok Defne. Sadece seni gözlemleyen, seni takip eden, seni sınayan biri vardı. Ve o kişi çok daha önceden planladı her şeyi.”
“Neden bana bunu yaptın?” diye bağırdı Defne. İçinde boğulmuş yılların çığlığı dışarı fırladı.
“Çünkü bu sadece senin değil… Bizim geçmişimizdi.”
Nur başını eğdi. Gözlerinden yaş süzüldü.
“Ben de Kumsal’ın kardeşiyim.”
Defne kendini sokakta buldu. Yağmur yağıyordu. Artık herkesin bir maskesi, herkesin bir geçmişi vardı. Kumsal ölmemişti. Nur, onun kardeşiydi. Mert, bir kimlikten ibaretti. Peki ya Savaş?
Tam o sırada bir araba durdu yanında. Cam indi. Savaş’tı.
“Bin arabaya. Her şeyi açıklayacağım,” dedi.
“Hayır,” dedi Defne. “Bu sefer kendi hikâyemi kendim yazacağım.”
Ama tam arkasını dönüp uzaklaşacakken arka koltukta oturan silueti gördü. Kumsal’dı.
Ve gözlerinde hiç tanımadığı bir soğuklukla şöyle fısıldadı:
“İntikam hiçbir zaman sana ait olmadı Defne. Çünkü sen kimin hayatını çaldığını bile bilmiyorsun…”
Defne bayılmıştı Kumsal’ı görür görmez. Savaş ile Kumsal onu arabanın arka koltuğuna oturttu ve arabayı hareket ettirdi Savaş. Kısa bir süre sonra ayılan Defne’nin ilk söylediği şeyler “Neredeyim, nereye gidiyoruz?” oldu. Kumsal “Biraz sabret, az kaldı gideceğimiz yere.” diyerek cevapladı. Defne ise biraz afallamış halde olanları düşünmeye başladı, yaşananları kafasında şekillendirmeye çalıştı.
“Kapkaranlık bir gölge gibi peşimden gelen geçmişim yakamı bırakmıyordu. Kendi hikâyemi yazmama bile fırsat vermiyordu. Artık bütün gerçeklerin artık su yüzeyine çıkması gerekiyordu. Aşk üçlemesi benim hikâyemin içinde de yerini almıştı ne yazık ki. Sevdiğim adam şoför koltuğunda, yanında ise sevdiğim adamın sevdiği kadın oturuyordu, benim ise yakın arkadaşım. Öldürdüğümü sandığım arkadaşım dipdiri bir şekilde oradaydı, bunu anlamlandırmak zor geliyordu gerçekten. Bir çıkmaz sokağın eşiğine gelmiştik ve orada kalakalmıştık. Böyle bir çıkmazın içinden hangi kapı bizi kurtaracaktı hangi pencere nefes aldıracaktı bize, bilinmiyordu bunların cevapları.”
Defne’nin zihninde bu düşünceler dolanırken, arabada büyük bir sessizlik hâkimdi, sadece yağmurun sesi vardı, o da bir süre sonra kesildi. Yağmur durmuştu, Savaş, arabayı o olayın yaşandığı yere, Defne’nin Kumsal’ı ittiği o uçurumun kenarına getirmişti. Hesaplaşmanın yapılması için harika bir seçim doğrusu, Defne kendisini neyin beklediğini bilmeden arabadan indi, Savaş ve Kumsal da çıktı dışarı. Yağmurdan sonra toprağın kokusu yayılmıştı havaya, bu kasvetli ortamda içini ferahlatan tek şeydi belki de bu koku.
Defne artık daha fazla sabredemeyerek konuşmaya başladı:
“Mademki yaşıyorsun neden bunca zaman saklandın? Hem söyler misin? Ben kimin hayatını çalmışım? O gece de söylemiştin bunları, son nefesini verdiğini sandığım o anlar fısıltıyla?”
“Benim hayatımı elbette. Sen hayatımı çaldın benden, geleceğimin katilisin. Canımı almak istedin beceremedin, yaşayacağım hayatımı da almana izin vermeyeceğim. Sana bir ders vermek istedim, bana yaşattıklarını misliyle yaşayasın diyeydi bütün bunlar.”
“Peki, o gece neler oldu sen nasıl hayattasın?”
Savaş sessizliğini bozarak “Ben onu hastaneye yetiştirdim, nefes alıyordu hala ve şükür ki Allah onu bize bağışladı, yeniden hayata döndü Kumsal.”
Ve sonra derin bir sessizliğin kucağında kendini bulan Defne’nin, ağacın dalından dökülen bir yaprağın hayatta kalma çabası gibi yaşadığı utancın acısı, gecenin ayazı ile keskinleşen kirpiklerinin suskun ağlayışı, bir umman gibi zihninin hücrelerine dökülüyor ve boğuyordu.
Bir an duraksadıktan sonra parmaklarını ovalayarak, “Savaş… Kumsal.” diye mırıldandı, sonrası göz kapaklarının uçuruma doğru bıraktığı bir boşluktu. Böyle bir kaybedişin buhranı içinde kendini kilitleyen Defne tam soluk borularından akan nefesi göğsünde parlatacaktı ki; Kumsal tuttu ellerinden. Dolmuş göz bebeklerine kilitledi kendini ve silkti Defne’yi. Sonrası öyle bir bağırış ki; sessizliğin çığlığı arasında öfkenin yuttuğu kusmuğun, yılların sinesinde taşıdığı bir barın yükü gibi. Öyle bir çığlık ki; kin, nefret ve kan gibi. Kokusu ve o kokuya can veren irin bu savaşın soğukkanlı ellerinde gibiydi.
Kumsal, Defne’nin ellerinden tutmaya devam ediyordu. Ve o eller ısındıkça, bir buz boğumunun çözülüşü titriyordu gözlerinden sessiz sessiz Defne’nin.
Tam sözü alacaktı ki Kumsal;
“Bunu bana neden yapıyorsun, yaptıklarım ile yapmadıkların derin bir pişmanlık değil vahşi bir öfkeyi büyütüyor. Evet, belki de sadece şu an eriyorum ellerinde. Ama çığlık çığlığa vahşileşiyorum. Zira Savaşı ben kazanmalıydım. Ve ben kazanamadığım bir savaşa asla girmem. Bunu aklının bir kenarına yaz. İşte tam da bu sebeple zafer benim olana kadar bu savaş sürecek.” Dedi Defne.
Kumsal, Defne’nin bu cahiliye devrinden kalma bedevilerin, saplantılı ve bataklık gibi sözlerini elbette yutmayacaktı. Belki de yutacaktı ancak berrak bir ırmağın, berrak sözlerini Defne’nin kulaklarına indirecekti. Ama bunu nasıl söyleyebilirdi Savaş yanında iken.
Savaş ise o an endişeli bir vaziyette konuşmaları ve durumu anlamaya çabalarken, içini tedirgin eden ve korkutan o saplantılı oyunun açığa çıkmasının kaygısı ile bacaklarını sürekli birbirine vuruyordu. Tam o sıra Kumsal’ın bunu fark etmesiyle başlayan ve üç kişiyle oynadığı oyunun perde arkasında zihnini katleden bu kötülüğün, ruhunu değilse de tenini almak istiyordu. Ya bu savaş bitecekti ya da savaşın bıraktıkları.
Kumsal haftalarca kısa tuttuğu ve susturduğu o dilini artık uzatıyordu. Ve işte tam da o şizofrenik hatıraların kanlı sayfaları arasında bıraktığı anlardan birini anlatmanın vaktiydi. Dönerek Savaş’ın aklını döndürecekti.
Döndü;
“Şimdi söyle bakalım, kaç tane dostu dosttan, kaç tane canı posttan ayırdın? Ha eğer söylemiyorsan ben hemen anlatayım.” Defne bir an zihninde sıkıca tuttuğu hiddetin nefesini hafifletmeye başladı ve sordu;
“Ne anlatıyorsun sen? Ne demeye getiriyorsun, söyler misin?”
Kumsal o masum madalyonun ön perdesinde parıldayan ve ışıltılı “Savaş” hakkında öyle bir kurşun hazırlıyordu ki, bu savaşın kazanını ne Defne ne Savaş olacaktı. Zira Kumsal, denizlerin bıraktığı hırçın dalgaların öğretileri, yıpranmışlığı, şiddeti, hiddeti, hepsine sahip ve bağışıklıydı. Zira Kumsal, her şeyi yutar, berraklaştırır ve yeniden susardı.
Bir zaman sonra Defne’nin sorusu aklına düşünce “Sabırlı ol söyleyeceklerimi iyi anla ve iyi belle. Yoksa vay haline. Sen savaşı kazansan bile, bu senin ölümünden başka hiçbir şey olmayacak.
Evet, işte o doğum gününün gecesinde, koluma takılan bilekliğin gözlerinden bana yansıyanlar tüm bu hikâyeyi sana seslendirsin ne dersin? O bileklik senin ve benim her şeyim.
İşte bak Defne şimdi soruyorum sana; Savaş mı bitmeli yoksa savaşın bıraktıkları mı?
İzlemek ister misin?
Ve sonra, bir sabah perdelerden süzülen solgun bir ışık ile uyandı. Bir an için, o geceden kalan ve içini kemiren binlerce sahne düştü aklından. Kırık bileklikler, soğuk eller, iç içe geçmiş beyninin içinde boğulan sesler. Savaşlar, kumsallar ve ardında göğsünü hançerleyen o acı ağıtların peşini bırakmadığı baş ağrıları.
Bir an duraksadı. Aklına düşen o kanlı hatırların duraklarında kendini dinlerken o sıra sinir bozucu bir esinti çarptı yanaklarına.
Ve büyük bir öfkeyle tokatladı yanaklarını.
Oysa bir uyandırsaydı Defne’yi, ne savaş vardı ne kumsal, ne kaybolmuş zaferler. Ne kıyaslamalar, ne bir başkasının gözünde kaybolmalar.
Ancak Defne kabullenemeyişin kibrinin kendisini yuttuğundan habersizce bu hatıraları geride bıraktığı anda yastığından kaldırdı başını. Ellerini ve yüzünü yıkamak için gitmişti lavaboya. Oysa aynaya baktı, baktı, baktı. Ve öylesine takılı kaldı gözleri aynada. İlk kez hiçbir yabancılık hissetmedi. Kendini kabullenememe sancısıyla uyumuş ve yıllarca bu ninni ile uyutmuştu kendisini.
Tam bileklerinden süzülen ince damarları arasındaki kanın akışını süzüyordu ki kapının sesi kulaklarında çınladı. Hemencecik havluyla ellerini ve yüzünü ovuşturduktan sonra “Hayrola, kim ola ki sabahın bu saatinde?” diyerek ağır ağır ilerledi. Bu saatte kapıya düşen birinin hayırlı haber ile geleceğinden pek emin değildi.
Ve onun için ağır ağır vardı ve açtı kapıyı.
Gıcırdayarak açılan vişne kırığı ve tozlanmış dış kapının ardında duran donuk ve puslu gözleri görünce Defne, kafatasının içlerine doğru yıldırımlar düşmeye başladı.
“Kumsa! Kumsal, neler oldu sana? Çabuk içeri geç!”
Bütün o acımasız duygular, oyunlar, öfkeler ve gururlarını bir anda yırtan ve öldüren Defne sabahın bu solgun saatindeki kaybolan ışığının parçalanışının pişmanlığını tuhaf da olsa hissetmeye başladı.
Ve evet uyandırıyordu Defne’yi. Ancak uyandıran kimdi?
Kumsal, yorgun adımlarla odanın sağ köşesinde bulunan kıvrımlı kanepenin üzerine oturdu. Göz bebeklerinden süzülen tuzlu gözyaşları ağır ağır düşüyordu kanepenin yaşlanmış avuçlarına…
Ve sonra…
Şöyle bir durdu ve yıkımı çok büyük bir savaşın içindeki acıları çeker gibi çekti o ağrıtan nefesi.
Ardından doğrularak konuşmaya başladı. Sözcükleri kekeleyerek çıkıyordu ağzının kenarlarından.
“Ha… Hatır… Hatırlasana… O- ,o bileklik seni benden, beni senden alan bileklik. Hani demiştim ya izlemek… İster misin diye… İşte anlatıyorum sana;
En çok da bir başkası olmayı reddettiğin an başlar kendiliğin doğumu.
İzlemek ister misin?
Kendinden başkası olmaya çalışırken nasıl ufaldığını, nasıl yıprandığını, nasıl solduğunu?
İzlemek ister misin?
Kıyasladığın her an, kendi suyunu kirlettiğini, kendi ellerinle kendinden nasıl vazgeçtiğini?
İzlemek ister misin?
Su gibi akamadığın her gün, içinde biriken pası, paslandıkça kırılan ruhunu?
Eğer cesaretin varsa, izle.
Ama unutma:
Akmak, benzeyerek değil, çözülerek başlar.
Ve çözülmek, en çok da kendini bırakmakla…”
Bu sözleri Defne’nin yüzüne bir buhran gibi çarpıyordu.
Defne bir an göğüs kafesinde varlığını istediği ve devam ettirdiği bu savaşı bir kapır parçasını yırtarcasına buruşturdu. Ancak atacak mıydı, yırtacak mıydı?
Kumsal sözlerine devam etmek istiyordu yalnız kendisinden ziyade kelimeleri öyle bir yorgundu ki;
Bir doğum sancısı gibi kıvranarak ıslatıyordu sözlerini ve ekledi;
“Dışarıdan söylenen her kelime, Defne! İçindeki kırık dökük merdivenlerden kendi iç sesinin yankılarını duyabilseydin ve kendin olsaydın…
Hiçbir şeye benzemezdin sen…
Bir defne ağacısın, ne karadut, ne de meşe… Kendin olsaydın savaşlar suya düşerdi.
Ama düşen ben oldum!
Şimdi soruyorum sana, o doğum günü ve o bileklik, şu an ellerimde…
İzlemek ister misin?
İzlediğim bunca şey keşke rüya olsaydı diye düşünmüştüm. Gerçekler yanımdaydı. O gece intihar eden düşlerim, geleceğim ve geçmişimin yalanlarını barındırıyordu. İnandığım bunca hikâye, meğer beni bir uçurumdan itmişti. Kumsalın ölümüne inanmış olmak, gözlerimin beni yanılttığını işaret ediyordu. Neydi bu olanlar? Neyin intikamıydı bu, neden bir bileklik yeni yaşımın son gecesinin temsili yeti olmuştu ki, olmamalıydı. Kırgın olduğunu düşündüğüm her yerde, kıran aslında benmişim. Bencil düşüncelerim, köhne davranışlarım en sevdiklerimi benden alıp kayalıklara vurmuş çoktan, farkında bile değildim.
Yoktum hiç olmamışçasına. O gece ölmeyi düşündüm. Benim savaşım, sevdiğim, kördüğüm ile bağlı kalmış olduğum aşktı. Koca bir saçmalıktı. Şimdi bunca hikâyenin, planın, hayatımda en çok duygularımdan beni mahrum etmişti.
Kumsal ölseydi daha mı mutlu olacaktım yoksa ben kendimi bunca yalana inandırıp yine mi haklı bilecektim? Katil oluşumdan bile Kumsal’ı mı suçlayacaktım? Defne geçmişini izliyordu. Tanımadığı kendine öfkeliydi.
Kumsal’ı unutmuştu artık, ağlamaya başladı öfkeyle. Masumiyetinin getirdiği ihanet duygularına yenik düşerek “Kimdim ben, iyi değilim. Hayatımda iyi bir insan olmayı becerememiştim. Ben asla iyi olmayı bilmeyen bir katildim. Denize ittim yakın bildiğim insanı, oysa en çok yakın bildiklerimiz iter bizi en derin çukurlara, yaşamımızı değiştirir. İhanetin verdiği o hayal kırıklıklarıyla yok oluruz. İnanmış olmak ölümdü. En çok kendimi öldürmüş, yanımda olmasını istediğim, ihtirasıma yenik düşerek aklımdaki korkunç düşüncelere ayak uydurmuştum.
Defne sen kimsin?
Sen katil miydin?
Ölmeli miydi Kumsal?
Yoksa bu hikâyede ben mi ölmeliydim?
Başından beri ezik olan yanım hala o gecede kalmıştı. Ben hala o gecede, o yaşta kalmış gibiydim. Günler geçse de, Kumsal yaşasa da kendimden nefret etmeye devam etmiştim. Sevmiş olmalıydım kendimi, yoksa ailem sevmezdi diye mi böyle bir çocuk olmuştum. Annem yoktu, Kumsal bilirdi. Ben annemi mutlu göreceğim bir gün yaşamamıştım. Kumsalın yaşamı benim yaşamımdan çok fazlasıydı. Ben kendimi değil, kendimle olan savaşımda herkesi suçlu bulmuştum.
“Suçlu benim” dedi ve yavaşça sustu. Göz pınarlarından gamzesine inen gözyaşları konuşuyordu.
“Sen bu değildin, bil ki sen derinden yaralı, ama hatalıydın.”
“Kabul et Defne, böyle olmalıydı.” Ağladıkça ağladı.
“Şimdi söylesene ağlamaya çare var mı?”
Kafamın içinde bana bağıran bir ses yeter deyip duruyor! Sus diyor artık, sus…
Derinden sustum. Gittim, koştum ama gidemiyorum. Hâlâ aynı yerde aynı uçurumun kenarındayım. Kayalıklara vuran düşüncelerimle duruyorum. Yokluğumu hissediyorum. Kendimi arıyorum.
Neredesin Defne?
Neredeyim? Bilmiyordum. Aklımın en derin uçurumunda yaşattığım o anlar, beni zorluyordu. Yorulmuştum. Kapkaranlıktı olduğum yer, hiçbir şey göremiyordum.
“Defne! Defne neredesin!”
Kafamı sesin geldiği yöne çevirip baktım. Sesin sahibini aradım. Görünürde değildi ama sesi tanıyordum sanki. Yabancı değildi.
Sesler geliyordu. Üzerine basılan yaprak hışırtıları duyuyordum. Neredeyim? Orman? Bahçe?
Uzaklardan minik ışıklar seçmeye başladım. Fenere benziyordu. Gidip geliyordu ışık bir o yana bir bu yana.
“Defne ses ver!”
Buradayım! Yardım edin!
İçimdeki sesi dışa vuramıyordum. Konuşmaya çalıştıkça sesim derinlere kaçıyordu. Konuşsana! Kimden kaçıyorsun? Neden seni bulmalarını istemiyorsun Defne? Hareket et lütfen, bilsinler burada olduğunu.
Bacaklarımı hareket etmeye zorladım ancak en fazla iki adım atabilmiştim. Çünkü bir sonraki adımımın boşluk olduğunu fark ettim. Tanrım! Uçurum!
Bir hışımla ters yöne döndüm ama hareket edemiyordum. Sanki ayaklarımı oraya çivilemişler gibi yerimden kıpırdayamıyordum. Gözlerimden yaşlar akmaya başlarken sesimi çıkarmaya, bağırmaya çalıştım. Olmadı. Kendimi hareket etmeye zorladıkça yere daha çok battı ayaklarım ve bir anda elimde bir sızı hissettim. Bir şey elimi kesmişti. Avcumu açıp baktığımda gördüğüm şeyle bir adım geriledim. Kumsal, bilekliğini buldum. Başından beri elimdeymiş.
İçimde yükselen haykırışlarla beraber kendimi boşluğa bıraktığımda sesler daha yakındı artık. Üzgünüm, yetişemediniz. Ama sorun değil, ben de kendime hiç yetişememiştim zaten.
Benim savaşım uçurum dibindeki bir kumsalda son buldu.
Son
NOT: BU HİKAYE KOR DERGİ YAZARLARI TARAFINDAN ORTAKLAŞA YAZILMIŞTIR.
KATILIMCILAR: