HAKİKATLE İLK GÖZ TEMASI: BUZ DAĞININ GÖRÜNMEYEN KISMI

İnsan zihni, hakikati çoğu zaman olduğu gibi değil; görmek istediği gibi algılar. Bu durum yalnızca bir algı hatası değil, aynı zamanda varoluşsal bir yanılgıdır. Çünkü insan, dünyaya kendi içsel göğünden süzülen, çoğu zaman bulanık ve kimi zaman renkli bir filtreyle bakar. Bu filtre; geçmişten gelen travmalar, köklenmiş inançlar, bastırılmış arzular ya da yarım kalmış hikâyelerin tortusudur. Ve bu filtre ne kadar farkında olmadan yerleşirse, o kadar “gerçek” sanılır. İnsan, kendince doğru bildiği ne varsa; aslında o dar çerçevede öğrenmiş, anlamlandırmış ve meşrulaştırmıştır.
Platon’un “Mağara Alegorisi” tam da bu zihinsel kısıtlılığı betimler. O karanlık mağarada zincirlenmiş insanlar, yalnızca duvara yansıyan gölgeleri görür. O gölgeler onlar için gerçeğin ta kendisidir; çünkü başka bir şeye dair bir deneyimleri yoktur. Gerçek, ancak zincirlerinden kurtulup mağaranın dışına çıkan birinin tanıklığıyla kavranabilir. Ancak bu kurtuluş çoğu zaman sancılıdır. Çünkü hakikat yalnızca bir ışık değil, aynı zamanda bir körlük riski taşır. İlk kez güneşi gören bir göz nasıl önce kamaşırsa; ilk kez zihinsel zincirlerinden sıyrılmaya çalışan bir benlik de önce inkâr eder, sonra kabullenmeye başlar.
Biz de çoğu zaman, kendi içimizde inşa ettiğimiz o mağaralarda yaşarız. Düşüncelerimizi, yargılarımızı, kararlarımızı bu dar ve karanlık algı dünyasının içinde şekillendiririz. Bu sınırların dışına çıkmak yalnızca cesaret değil, aynı zamanda içsel bir devrim ister. Çünkü insan en çok kendi “doğrularına” tutunur. Oysa bu doğruların büyük bir kısmı, sorgulanmamış kabullerden ibarettir.
Psikolojide “bilişsel çarpıtmalar” olarak adlandırılan düşünce kalıpları, bu algı yanılgısına güzel bir örnektir. Zihin, belirli kalıplar içinde çalışmayı sever; çünkü belirsizlikten hoşlanmaz. “Zihin okuma” eğilimiyle başkalarının ne hissettiğini kesin olarak bildiğimizi sanırız. “Siyah-beyaz düşünce” ile olayları ve insanları uçlara yerleştiririz: ya tamamen iyi, ya da tamamen kötü. Bu tarz düşünsel kısıtlamalar, bizi hakikatten uzaklaştırır. Çünkü hakikat, çoğu zaman gri alanlarda, çelişkilerde ve paradoksların içinde gizlidir.
Nietzsche’nin dediği gibi: “Gerçekler yoktur, sadece yorumlar vardır.” Bu söz, hakikatin göreceli olduğunu değil; insan idrakinin sınırlı olduğunu gösterir. Yani biz neye “doğru” diyorsak; o, bizim yaşanmışlıklarımızın süzgecinden geçmiş bir doğrudur. Ancak bu, onun evrensel düzeyde de doğru olduğu anlamına gelmez. İnsanlar kendi deneyimlerine göre bir gerçeklik inşa eder. Çocuklukta duyduğumuz bir küçümseme, gençlikte yaşadığımız bir hayal kırıklığı, yetişkinlikte maruz kaldığımız bir ihanet… Bunların hepsi, içimizde kişisel bir “doğru”ya dönüşür. Ama o doğruların ardında bir dizi çarpıtılmış algı, bastırılmış duygu ve çözülmemiş çelişki vardır.
Kendimizi bu bireysel izlerin mutlaklığına teslim ettiğimizde, düşünsel bir esaret başlar. Bu noktada devreye Sartre’ın özgürlük anlayışı girer. Sartre, insanın özgür doğduğunu ve bu özgürlüğün onu kaçınılmaz bir sorumluluğa sürüklediğini söyler. Özgürlük yalnızca eylem alanında değil; düşünce alanında da var olmalıdır. Çünkü kişi özgür düşünmedikçe, eylemdeki özgürlüğü de sahte olur. Düşüncelerimizi, inançlarımızı ve yargılarımızı sürekli sorgulamak, zihinsel özgürlüğün ilk adımıdır. Aksi takdirde, kafamızın içinde kendi ellerimizle ördüğümüz bir kafeste yaşamaya başlarız. Ve belki de en acı olan: bu kafesi seviyor oluşumuzdur.
İnsanın içsel mağarası, çoğu zaman bir konfor alanıdır. Bildiğimiz yanlışlar, bilmediğimiz doğrulardan daha güvenli gelir. Ancak hakikat bazen, en sevdiğimiz inançlarımızı yıkmakla başlar. “İnanç” burada yalnızca dini bir öğe değil; aynı zamanda kendimize, başkalarına ve hayata dair geliştirdiğimiz tüm kanaatlerdir. Örneğin, “Ben sevilmeyi hak etmiyorum” gibi bir inanç, çocuklukta maruz kalınan ilgisizlikten doğmuş olabilir. Ancak bu düşünceyi sorgulamadığımız sürece, kendimizi hak etmediğimize dair yeni kanıtlar üretmeye devam ederiz. Zihin, inandığını doğrulamakta ustadır.
Tüm bu zihinsel yapılar, kendimizi anlamamızın önündeki en büyük engellerden biridir. Çünkü insan yalnızca dış dünyaya değil, kendi içine de yansıtarak bakar. Ve eğer içimizde karanlık bir perde varsa, dış dünya bize hep bulanık görünür. Bu yüzden zihinsel arınma, aynı zamanda bir hakikat arayışıdır. Kendimize yönelttiğimiz her dürüst soru, zihinsel zincirleri biraz daha gevşetir. Ve bazen yalnızca bir farkındalık ânı, tüm mağarayı aydınlatmaya yeter.
Sonuç olarak, insan hakikati çoğu zaman olduğu gibi değil; olmak istediği gibi görür. Ancak bu görme biçimi, öğrenilmiş inançlarla, bastırılmış duygularla ve sorgulanmamış yargılarla yoğrulmuştur. Hakikate ulaşmak ise; düşünsel zincirleri kırmakla, mağaradan çıkmayı göze almakla mümkündür. Çünkü hakikat çoğu zaman ışıktan değil; gölgelerle yüzleşmekten doğar.
Anlatımın akışı gayet güzel sade ve net
İçerik biraz daha zenginleştirilse idi
Daha müthiş bir eser ortaya çıkacaktı
Ancak tine de çok kıymetli bir çalışma
Hazırlanmış tebrik ederim
Bu tür denemelerde
Onların aydınlattığı sokaklardan geçerken
“Onların değil”
Bizim o aydınlığı nasıl gördüğümüzü
Daha net keskin ve fevri bir kavrayışla
Aktarım sağlamamız
Çok daha kuvvetli ve kudretli izler bırakacaktır
Yazınızı beğendim
Tebrik ederim