EĞİTMEK ALLAH’A, ÖĞRETMEK KULA AİTTİR

Terbiye, Rubûbiyetle ilgilidir. Tasavvufta terbiye (eğitmek), sadece Allah’a ait bir fiildir. Çünkü terbiyede, sadece zihni değil ruhu, sadece davranışı değil niyeti dönüştürmek vardır. İnsan kalbini bütünüyle dönüştürmek, onu eğip bükmeden kemale erdirmek yalnızca Rab sıfatına aittir. Bu anlamda “mürebbi” yalnızca Allah’tır. Kul ise öğretir, hatırlatır, vesile olur.
Her bilenin öğretici olamayacağı, her öğretenin rehber sayılamayacağı bilinmelidir. “Ben eğiticiyim” demek, farkında olunmadan insanı bir şekil vericiye, bir mimara dönüştürür. Oysa öğretmenlik, mimarlık değil, tanıklık mesleğidir. İddia değil, hizmet gerektirir. Öğretmen, karşısındakini kendi ideallerine göre dönüştürmek isteyen değil; onun içindeki cevheri gören kişidir. Bilgiyi verir, sorumluluğu yüklenir ama sonuca karışmaz. Çünkü sonuç, Allah’a aittir.
Özellikle neoliberal eğitim sistemlerinde “eğitmenlik”, neredeyse bir “müşteri temsilcisi” rolüyle birleşir. Öğrenci bir “ürün”, müfredat bir “paket”, eğitmen ise bu paketi sunan bir görevliye indirgenir. Bu sistemde ne eğitmen gerçekten öğreten, ne öğrenci gerçekten öğrenen olur. Herkes rol yapar; çünkü sistem, sorgulayan değil, uygulayan bireyler ister.
Bir öğretmen, bireyin potansiyelini keşfetmesine eşlik eder. Bu yolculukta yönlendiren, öneren olabilir ama “eğitici” olmak haddini aşmaktır. Gerçek öğretmen, kendi kalıbını değil; öğrencinin kendi biçimini bulmasını ister. Bir öğretmenin en fazla yapabileceği şey, bildiğini sunmak ve bir hikmet kapısının önünde durarak içeriye işaret etmektir. O kapıdan girip girmemek ise kişinin kendi nasibidir. Biz, kelimeleri kulağa ulaştırırız ama onların kalpte yankı bulması, o yankının kişiyi dönüştürmesi ancak ilahi kudretle olur. Çünkü insanın kalbi ne bizim elimizdedir ne de irademize tabidir. Kalpler, Allah’ın iki parmağı arasındadır; O dilediğini açar, dilediğini mühürler.
“Eğiticilik” sıfatı felsefî açıdan da tartışmalıdır. Bu tartışmalar eğitimin doğası, bilginin kazanımı, bireyin özgürlüğü gibi birçok açıdan ele alınmıştır. Örneğin, rasyonalizm ve şüphecilik; bilginin sürekli sorgulanması gerektiğini, kişisel deneyimlerle tasdiklenmesini onaylar. Bu durum öğretmenin, “eğitici” sıfatındaki “mutlak doğruluk” otoritesini kırar. Bu durumda bir öğretmen, bilginin kaynağı değil sorgulama mekanizmasıdır. Yine varoluşçuluk akımı öğretmenin, öğrenciyi belirli bir kalıba sokmaya çalışmasını; özgürlüğe bir müdahale olarak görür. Pragmatizm akımı ise, “eğitici” sıfatının, öğrencinin aktif rolünü göz ardı edebileceğini ve onu pasif bir alıcı konumuna itebileceğini savunur. Paulo Freire’nin eleştirel pedagojisi, “bankacı eğitim” modelini sert bir şekilde eleştirir. Bu modelde öğrenci, öğretmenin doldurması gereken boş bir kap gibi görülür. Freire’ye göre bu yaklaşım, öğrencinin eleştirel düşünme yeteneğini köreltir ve onu pasifize eder. Öğretmen, “bilen” ve öğrenci “bilmeyen” konumunda olduğu bu hiyerarşik ilişki, aslında bir baskı aracıdır. Freire, bunun yerine “özgürleşme eğitimi”ni savunur. Bu nedenle kulağa hoş gelen bu sıfatın, çok yönlü incelenmesi gerekmektedir.