HAKİKATLE İLK GÖZ TEMASI IV:SESSİZLİKTE DOĞAN BİLGELİK

Hakikatle göz göze gelmek; kırılmaktır. Onun yankılarıyla yaşamak; dönüşmektir. Işığın gölgesinde yürümek ise; olgunlaşmaktır. Fakat bu sürecin sonunda insanın ulaştığı en sessiz, en sade ve en derin durak bilgeliktir. Ve bilgelik çoğu zaman, konuşmakla değil; susmakla başlar.
Bugünün dünyasında susmak, yanlış anlaşılan bir eylemdir. Çoğu kişi için susmak, ya acizliktir ya da kabullenmişlik. Oysa hakikatle temas etmiş insanın suskunluğu, teslimiyetten değil; kavrayıştan doğar. Çünkü bazı gerçekler vardır ki, onları dile dökmek onları eksiltmektir. Bazı hakikatler, yalnızca taşınarak yaşanır; anlatılarak değil.
Bilgelik, hakikati sadece görmek değil; onu içselleştirmek demektir. İçselleştirmek ise zihinsel bir süreçten çok, varoluşsal bir sindirme halidir. İlk karşılaştığımızda bizi sarsan o hakikat, zamanla bizde yer eder, kök salar ve en sonunda bir hale dönüşür. Artık hakikat bir bilgi değil, bir tutumdur. Bir bakış açısı değil; bir duruş, bir davranış biçimidir.
> “Bilen konuşmaz, konuşan bilmez.”
Bu söz, suskunluğun üstünlüğünü değil, derinliği işaret eder. Çünkü hakikatin bilgisiyle şişen bir ego, çoğu zaman gösterişe sapar. Oysa bilge kişi, hakikati göstermez, yaşar. O artık hakikatin sözcüsü değil; taşıyıcısıdır. Bu taşıyıcılık, iddiadan uzak, sessiz ama sarsıcı bir güç taşır.
Peki neden sessizlik?
Çünkü sessizlik, insanın kendine döndüğü, kendi gölgeleriyle yüzleştiği yerdir. Hakikatle ilk temas bir dışsal aydınlanma gibi görünse de, gerçek dönüşüm içsel bir sessizlikte olur. Bu sessizlikte insan, kendi düşüncelerinin yankısını duyar, yargılarının kökenine iner ve içindeki çelişkileri çıplak haliyle görmeye başlar.
Burada Doğu felsefeleriyle Batı varoluşçuluğu birleşir. Doğu, bilgeyi içe dönen, sadeleşen ve azalan kişi olarak görür. Batı ise, bilgelikle sorumluluğu birleştirir: Soren Kierkegaard, “hakikat kişinin varoluşsal biçimi olmalıdır” derken, Nietzsche, bilgeyi “kendi değerini yaratabilen kişi” olarak tanımlar. Her ikisi de aynı noktada buluşur: Hakikat artık sadece düşünsel bir doğruluk değil; kişisel bir bütünlük meselesidir.
Bu bütünlük, suskunlukta olgunlaşır. Çünkü sessizlik, zihni dış gürültüden ayırır, duyguların katmanlarına iner ve kalbin asıl sesini duyurur. Susmak bu anlamda bir kaçış değil; derin bir dinleyiştir. Dünyayı, başkalarını ama en çok da kendini dinlemektir. Ve hakikate gerçekten kulak verebilmek için, önce kendi sesimizin susturulması gerekir.
Bilgelik, başkalarına hakikati göstermek değil; onların kendi hakikat yolculuklarına saygı duymaktır. Çünkü her birey kendi içsel mağarasından, kendi zamanında ve kendi kırılganlığıyla çıkar. Hakikati görmeye zorlamak, o kişinin gözünü kamaştırmak olur. Bu yüzden bilge kişi konuşmaz, yönlendirmez, bastırmaz. Sadece var olur. Ve bazen bu sessiz varoluş, en gürültülü nutuklardan daha etkileyicidir.
Sonuç olarak:
Hakikatin en saf hali, sessizlikte kendini gösterir. Çünkü sessizlik, sadece bir eylemsizlik değil; derin bir idrakin evidir. Bilgelik de, bu sessizlikte doğar. Anlatmaktan çok anlamaya, iddiadan çok tevazuya, yargıdan çok şefkate yaklaşmakla.
Ve bazen hakikatin en gerçek hâli, bir cümlede değil; bir bakışta, bir susuşta, hatta bir iç çekişte saklıdır.
Çünkü hakikatin son durağı söz değil; sükûnettir..