BEĞENİLERLE ÖLÇÜLEN HAYATLAR

Geçmiş ve günümüz, toplumun her konuda en büyük karşıtıdır. Son zamanlarda hayatımızda yer etmiş ve kendimizi başka bir şekilde gösterebildiğimiz bir platform olan sosyal medya karşımıza çıkıyor. Eski ve yeni nesil olarak karşılaştığımız toplumun en ayrıştığı nokta veya tam tersi hiç beklenmeyecek şekilde benzeştiği nokta da denilebilir. Eskiden kim olduğumuzu çevremiz, ailemiz ve yaşadığımız mahalle belirlerdi. Şimdi ise kim olduğumuzu, bir ekranın karşısında seçtiğimiz profil fotoğrafı anlatıyor. Sosyal medya, bireyin kimliğini sergilediği bir vitrin haline geldi, hatta kimlik artık bir gösteriye dönüştü. Kimliğimizin sosyal bağlar aracılığıyla şekillendiğini sosyoloji bize gösteriyor, dijital çağ ise bu süreci bambaşka bir yöne taşıyor.
Dijital Dünyada Ben Olmak
Dijital dünya kendimize yeni bir ben çıkarmak için artık çok müsait bir durumda. Kim olduğumuzu birkaç saniyelik videolar, hikâyeler ve profil açıklamaları anlatıyor.
Bir öğrenci ders aralarında gününün özetini paylaşırken, bir genç kadın sabah kahvesini fotoğraflayıp huzurlu hissettiğini gösteriyor. Herkes hem yaşamayı hem de göstermeyi önceliğinde tutuyor.
Bu gösterme arzusu ise hayatımıza daha çok sosyal medya ile taht kurmuş durumda. Örneğin birçok kişi hesaplarında gerçek duygularını değil, görülmek istediği halini sergiliyor. Kendini çok yalnız hisseden biri, kalabalık ortamlarda hikâyeler paylaşıyor ve insanlara yalnız olmadığını hissettirme çabası içine giriyor. Böyle olunca da insan kendi kimliğine yabancılaşmasıyla beraber dijital kimliğiyle bütünleşmeye başlıyor.
İnsan, görülme arzusuyla beraber bu hissiyattan mutluluk duymaya ve gerçekten kim olduğunu unutmaya başlar. Gerçek hayattan yavaşça uzaklaşırken, kendi kurduğu o suni dünyaya sığınır ve o yapaylığın içinde kendine yer edinir.
İnsanlardan oluşan toplum da yavaş yavaş kendi benliğini kaybettiğinin farkına varmaktadır. Ancak en acısı, insanları içine alan bu sosyal medyanın günümüz toplumunu da kendi karanlığına çekmesi ve böylece toplumun çaresiz kalmasıdır. Çünkü kurtuluş yalnızca biz insanların ellerinde saklıdır.
Kimliğin yabancılaşması, insanlığın yabancılaşmasına karşılık gelmekte. Belki de kimliklerimizi tüketiyoruz, kendimizi tanıyamaz hale geliyoruz.
Kimliğin Tüketimi ve Yabancılaşma
Birey, kendi duygu ve düşüncelerini keşfetmek yerine dijital beğenilerle şekillenen bir “ben” yaratır. Artık “Nasıl hissediyorum?” sorusu yerine, “Nasıl görünmeliyim?” sorusu baskın hâle gelir. Gerçek benlik, her beğeni ve yorumla giderek silikleşir. Biz insanların yerini dijital kimlikler doldurmaya başlar.
Karl Marx’ın yabancılaşma teorisi, insanların işlerinden, daha geniş dünyalarından, insan doğalarından ve benliklerinden ayrılmasını ve yabancılaşmasını anlatır. Yabancılaşma sosyal medyanın en zararlı etkisi olarak karşımızda duruyor. Biz insanlar artık benliklerden kopuyoruz. Ne yazık ki kopmaya da çok hazır gibiyiz.
Böylece kimlik artık bir tüketim ürünü haline gelmeye başlamış oluyor. Paylaşmak bir ihtiyaç, beğenilmek bir ödül, görünür olmak bir zorunluluk halini alıyor. İnsanları içine çeken bu büyülü dünya bizi maskeleştiriyor ve duygularını belli etmeyen kişiler oluşturuyor.
İnsanların kendi varlıklarını değil, oluşturdukları görüntüyü yaşamaya alıştıklarını ve farkına varmadan kendilerini hem bireysel hem de toplumsal olarak kaybetmeye başladıklarına tanık oluyoruz.
Gerçek Kimliğe Dönüş: Sessiz Bir Direniş
Her şeyi kaybetmiş sayılmayız hâlâ. Kaçmak gerekmez; bazen durup görmek, farkına varmak ve doğru adımı atmak yeterlidir. Çünkü farkına varıp arkamıza döndüğümüz zaman en kötü anda dahi düzeltilecek şeyler vardır. Biz de dur diyebilir ve değiştirmek için adımlar atabiliriz. Gerçek kimliğe dönüş, büyük bir gösteri değil, sessiz bir direniş haline gelebilir ve bunu biz başarabiliriz.
Bir gün ekranları kapatmak, bir sohbetin içine dalmak, yüz yüze konuşmak ya da sadece kendi düşüncelerine kulak vermek… İşte bu, modern çağın en cesur eylemi, kendini hatırlamak ve kendi benliğine sahip çıkmak olarak yerini alabilir. Belki de gerçek kimlik, dijital paylaşımlarda değil; göz göze bakışlarda, dokunan ellerde ve sessiz ama içten paylaşımlarda gizlidir.
Ve ancak insan, insanla bağ kurduğunda varlığını gerçekten hissetmeye başlayabilir.
Toplum, insanları birbirine bağlayan, sürekli etkileşim hâlinde olan bir ağdır. Toplumu var eden insanlar, aslında toplumun da bir yansımasıdır. Fakat biz, toplumu sadece sosyal medya üzerinden tanımaya ve kabullenmeye indirgersek, hayatımızın en zengin ve en anlamlı kavramını adım adım yitirme tehlikesiyle karşılaşırız.
Beğenilerle ölçülen bir hayatın değil, kendi benliğimizin peşinde olmamız gerektiğini anlayabiliriz, anlamalıyız, anlayacağız.