HAKİKATLE İLK GÖZ TEMASI II: GÖLGELERİN YANKISI

Birinci yazıda hakikatin zihinsel filtrelerle nasıl şekillendiğini, insanın kendi iç mağarasında yaşarken gerçeği gölgeler aracılığıyla nasıl algıladığını tartıştık. Şimdi ise o mağaradan çıktıktan sonra karşılaşılan ikinci yüzleşme evresine yani “gölgelerin yankısı”na odaklanalım. Çünkü mağaradan çıkmakla iş bitmez; aslolan dış dünyanın ışığında bile hâlâ zihinde yankılanan eski gölgeleri susturabilmektir.
İnsan, hakikatle ilk göz teması yaşadığında çoğunlukla bir aydınlanma değil, bir yıkım hisseder. Çünkü o ana kadar inşa ettiği tüm içsel yapıların üzerine titremiştir; kimliği, aidiyeti, güvenlik hissi… Hepsi bir dizi sorgulanmamış kabul üzerine örülmüştür. Bu yapılar çökmeye başladığında zihin savunmaya geçer. Bu noktada “inkâr”, en sık rastlanan ilk tepkidir. Zihin, yeni veriyi değil alışkın olduğu düzeni korumaya çalışır. Bu sadece bir direnç değil, aynı zamanda bir kendini koruma refleksidir.
Ne var ki hakikatle yüzleşmek, yalnızca yeni bir bilgi edinmek değil, aynı zamanda eski “ben”i bırakmayı göze almaktır. Ancak bu, kolay bir dönüşüm değildir. Çünkü eski benlik, bir tür psikolojik ev gibidir. Tüm eşyaları tanıdık tüm duvarları konforludur. Yeni benlik ise bilinmezlikle doludur. İşte bu noktada hakikatin yankısı devreye girer; içimizde daha önce bastırılmış olan her şey birer yankı gibi geri dönmeye başlar.
Bu yankılar bazen eski bir hatırayla bazen bir cümleyle bazen de bir suskunlukla tetiklenir. Bu tetiklenmeler, zihnin derinliklerinde yıllardır uyuyan savunma mekanizmalarını uyandırır. Freud’un deyimiyle bastırılan hiçbir şey ölmez, yalnızca yer değiştirir. Zihinsel mağaradan çıktığımızda, bastırdığımız ne varsa birer birer geri dönmeye başlar. Ancak bu kez onları dışlamak yerine tanımak, kabullenmek ve dönüştürmek gerekir.
Bu noktada Carl Jung’un “gölge” kavramı devreye girer. Jung’a göre insanın bilinçdışında kabul etmek istemediği, bastırdığı tüm özellikleri bir “gölge” arketipi oluşturur. Mağaradan çıkan kişi, bu gölgeleri artık dış dünyada değil kendi içinde görmeye başlar. Şimdi esas yüzleşme buradadır çünkü dış dünyayı anlamlandırmak kolaydır, ama kendi iç karanlığını kabullenmek, büyük bir içsel olgunluk ister.
Hakikat arayışı, çoğu zaman bir aydınlanma değil, bir parçalanma sürecidir. Kim olduğumuzu sandığımız şeylerle yüzleşmek, “aslında ne olmadığımızı” görmekle başlar. Bu yüzleşme, egonun kabuklarını teker teker soyar. O kabuklar soyuldukça geriye kalan çoğu zaman kırılgan, savunmasız ama daha gerçek bir özdür. İşte bu noktada insanın yeni bir benlik inşa etmesi gerekir ama bu sefer mağaranın dışındaki güneş ışığında, daha çıplak daha sahici ve daha bilinçli bir şekilde.
Burada Kierkegaard’ın “kaygı” tanımı anlam kazanır. Ona göre kaygı, insanın özgürlükle yüzleştiği o sınır ânıdır. Yeni hakikatle tanışan birey, artık eski kalıplara sığamaz hale gelir. Ancak yeni bir kalıba da henüz girememiştir. Bu arada kalma hâli, insanın hem en savunmasız hem de en dönüştürülebilir olduğu andır. Kaygı, kaçılacak bir şey değil dönüştürülecek bir ham maddedir. Ve hakikat arayışı, işte bu kaygının içinden geçerek var olur.
Şu soruyu sormak gerekir: Mağaradan çıkmak istiyor muyuz, yoksa sadece ışığın sıcaklığını mı merak ediyoruz? Bu, görmeye hazır olup olmadığımızı değil, görmeye razı olup olmadığımızı belirler. Çünkü hakikat, yalnızca bilgisel değil, aynı zamanda ahlaki bir çağrıdır. Sadece neyin doğru olduğunu değil, neyi artık sürdüremeyeceğimizi de gösterir.
Sonuç olarak hakikatin ilk göz teması bir kırılma yaratır. Ama asıl mesele o kırılmanın ardından içimizde yankılanan eski gölgeleri fark edebilmek, onları inkâr etmek yerine anlamaya çalışmaktır. Her yankı, bir iç sesi duyurur. Her iç ses, eğer dikkatle dinlenirse, yeni bir özgürlük kapısı aralar. Çünkü mağaradan çıkmak bir başlangıçtır, ama gölgelerin yankısıyla yüzleşmek, asıl dönüşümdür.