ZERDEÇAL

Sakın bir daha verme boynunu nefesimin önüne.
Sakın sanma düşerim, boynun olmasa tenini.
Sakın ellerindeki renkleri anlatma bana,
Ve sakın, yollarındaki çiçeklerden söz etme.
Sonra, kelebeklere yön veren bana
Ufuk çizgisinden bahsetme.
Uçma yetkisini ben veririm kanatlarıma.
Bahsetme sonsuzluktan,
Ve bahsetme gözlerinden.
Sakın bana gölgelerden söz etme.
Ben loşluğu halı gibi serdim düşün altına.
Bir testi gibi taşıdım seni içimde,
Ağzı mühürlü,
Suyu eski bir dağdan alınma.
Sakın diyorum,
Sakın…
Bir ağacın yaprağını bile hatırlatma bana.
Her yeşil, senden bir şey fısıldıyor hâlâ.
Ben rüzgâra mektuplar yazdım;
Zarfını açmadan kokunu duyuyorum.
Bir şiirin ortasında gözlerini bırakma bana.
Çünkü ben, gözlerinle değil
Bir nar tanesinin iç sesiyle konuşuyorum artık.
Çünkü ben, gözlerinle değil
Gözlerindeki ela ile konuşuyorum artık
Bir sabahın ilk tozuyla karışmış,
Bir hurma çekirdeğinin yalnızlığı kadar eski.
Sakın bana gölgelerden söz etme.
Ben loşluğu halı gibi serdim düşün altına.
Bir testi gibi taşıdım seni içimde,
Ağzı mühürlü,
Suyu eski bir dağdan alınma.
Gözlerindeki elayla konuşuyorum artık
Zerdeçalın yorgun sarısı gibi.
Bir baharat pazarı kadar eski ve suskun.
Bir zamanlar ezanla uyanan,
Şimdi harfleri sıvaların altında kalmış,
Unutulmuş bir şehrin duvar sesiyle.
Ne çölden, ne çiçekten…
Tarçınla boyanmış bir duvar gibi;
Yıkılmış ama kokusunu hâlâ taşıyan.
Ve sustum, senin sesin yankılanmasın diye içimde.
Çünkü bazı suskunluklar, sözcüklerden daha gürültülüdür.
Ben artık konuşmam
Ama adını bir çömleğin kırık kenarında tutarım.
Ve sakın…
Bana bir gün dönerim deme.
Ben seni,
Dönülmeyen yolların tam ortasında sevdim.