Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Afyon 19°C
Parçalı Bulutlu
Afyon
19°C
Parçalı Bulutlu
Cum 24°C
Cts 24°C
Paz 20°C
Pts 21°C

DİJİTAL MİNİMALİZM VE VAROLUŞ: SESSİZLİĞİN FELSEFESİ

DİJİTAL MİNİMALİZM VE VAROLUŞ: SESSİZLİĞİN FELSEFESİ
21 Nisan 2025 12:35 | Son Güncellenme: 21 Nisan 2025 12:56
86
A+
A-

Modern çağın insanı sürekli çevrimiçi. Her an bağlantıdayız. Cep telefonları, sosyal medya hesapları, anlık mesajlar, dijital toplantılar ve bitmek bilmeyen bildirimlerle çevrili bir hayatın tam ortasındayız. Her an bir yerlere yetişiyor, bir şeylere cevap veriyor, çoğu zaman ise bu etkileşimlerin nedenini ya da anlamını sorgulamıyoruz bile. Günümüzün bu yoğun dijital ritmi, yalnızca dış dünyayla değil, kendi iç dünyamızla da bağ kurmamızı zorlaştırıyor. Tam da bu noktada, “dijital minimalizm” yalnızca bir teknoloji kullanımı tercihinden ibaret değil; aynı zamanda felsefi bir duruş, varoluşsal bir karar hâline geliyor.

Dijital minimalizm, teknolojiyi tamamen reddetmek değil, onunla bilinçli ve dengeli bir ilişki kurmak anlamına gelir. Buradaki temel mesele, “teknolojiyi ne kadar kullandığımızdan” ziyade “teknolojinin bizi ne kadar yönlendirdiği”dir. Kimi zaman bir haberi okumadan önce, onu kaç kişinin beğendiğine ya da paylaştığına bakıyor; bazen de sadece başkalarının ne yaptığına göre kendi tercihlerimizi şekillendiriyoruz. Böylece kendiliğimiz yavaş yavaş eriyor ve yerini algoritmaların yönlendirdiği bir benlik algısı doğru çekiliyoruz.

Martin Heidegger’in Gelassenheit[1] yani “sakinlik” kavramı, bu konuda bize önemli bir düşünsel zemin sunar. Heidegger, teknolojinin doğayı nesneleştirerek insanı düşünme yetisinden uzaklaştırdığını söyler. Ona göre insan, yalnızca şeyleri araçsal bir biçimde kullanmayı değil, aynı zamanda onları “bırakabilmeyi” de öğrenmelidir. “Sakinlik”, insanın varlıkla kurduğu ilişkiyi bir tahakkümden çıkararak, onu daha serbest ve derin bir hale getirme çağrısıdır. Bugün bu çağrı, dijital dünyadan bir adım geriye çekilerek, sessizliğe alan açarak yeniden yankılanabilir.

Çevrimiçi dünyada sürekli bir etkileşim hâlindeyiz. Bu etkileşim, yüzeyde bizi “bağlı” kılsa da derinlikte yalnızlaştırıyor. Sosyal medyada gösterilen benlik ile gerçek benlik arasındaki mesafe giderek açılıyor. İnsan artık kendisi için değil, başkalarının onu nasıl gördüğü üzerinden kendini tanımlıyor. Michel Foucault’nun panoptikon[2]benzetmesi burada güncellenmiş bir biçimde karşımıza çıkıyor: Herkesin birbirini gözetlediği ama kimsenin gerçek anlamda görünür olmadığı bir çağda yaşıyoruz. Dijital minimalizm, bu gözetlenme ve gösterilme döngüsünü kırma cesaretidir.

Felsefe, düşünmeye çağrı ya da bir nevi davettir. Ancak bu daveti duymak için sessizliğe ihtiyaç vardır. Antik Yunan’da filozoflar, agorada konuşmadan önce uzun yürüyüşler yapar, kendi iç seslerine kulak verirlerdi. Bugün ise yürüyüş esnasında bile kulaklıklarımızı takıp podcast dinliyor, bir boşluk hissettiğimiz anda ekranlara sarılıyoruz. Boşluk artık tahammül edilemez bir hâle gelmiş durumda. Oysa belki de en verimli düşünce, en derin içgörü, tam da o boşluğun ortasında filizlenebilir.

Varoluşçu filozoflar, insanın kendi özgürlüğüyle baş başa kaldığında gerçek anlamda kendisi olabileceğini savunurlar. Jean-Paul Sartre’a göre insan, kendi varlığını kendisi kurar; ancak bu özgürlük aynı zamanda bir yükümlülüktür.[3] Günümüzde bu özgürlüğü yaşamak ise daha da zorlaşmıştır. Çünkü dikkatimiz sürekli dağılır, zihnimiz sürekli uyarılır hâlde. Dijital minimalizm, bu uyarılara direnmenin; özgürlüğü yalnızca dışsal değil, zihinsel bir alan olarak da sahiplenmenin adıdır.

Bu bağlamda dijital minimalizm, etik bir bilinçlenmeyi de beraberinde getirir. “Zamanım kime ait?”, “Bu içeriği neden izliyorum?”, “Bu paylaşımı neden yapıyorum?” gibi sorular, sadece bireysel değil, aynı zamanda felsefi sorulardır. Çünkü hayatımızı nasıl yaşadığımızı, neye değer verdiğimizi belirlerler. Simone Weil’in dediği gibi: “Dikkat, ruhun en saf şeklidir.”[4] Bugün dikkatimizin neye yöneldiği, ruhumuzun neye dönüştüğünü belirlemektedir.

Sonuç olarak, dijital minimalizm yalnızca bildirimleri kapatmak, uygulamaları silmek değil; bir varoluş biçimini yeniden kurgulamaktır. Sessizlik burada sadece dış dünyanın sessizliği değil; iç dünyanın berraklığıdır. Teknolojiyle ilişkisini yeniden şekillendiren birey, kendini yeniden duymaya başlar. Belki de zaman, sadece bağlantıyı kesmenin değil, kendiyle yeniden bağ kurmanın zamanıdır.

[1] Martin Heidegger, Discourse on Thinking, trans. John M. Anderson and E. Hans Freund (New York: Harper & Row, 1966), 55.

[2] Michel Foucault, Discipline and Punish: The Birth of the Prison, trans. Alan Sheridan (New York: Vintage Books, 1995), 201.

[3] Jean-Paul Sartre, Existentialism Is a Humanism, trans. Carol Macomber (New Haven: Yale University Press, 2007), 28–30.

[4] Simone Weil, Gravity and Grace, trans. Emma Craufurd (London: Routledge, 2002), 117.

Semra Kızılarslan Felsefe doktorası yapmaktadır. Editörlük, redaksiyon ve çeviri alanlarında çalışır. Düşünce ve dil üzerine üretir.
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.