Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Afyon 34°C
Parçalı Bulutlu
Afyon
34°C
Parçalı Bulutlu
Sal 32°C
Çar 30°C
Per 32°C
Cum 32°C

YALIN TUTKU

YALIN TUTKU
3 Haziran 2025 14:10
100
A+
A-

1940 yılında doğmuş olan ve 2022 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen çağdaş Fransız yazar Annie Ernau, Yalın Tutku (Passion Simple) isimli kısa eserinde, bir kadının penceresinden kendine özgü sade üslubuyla, cinsellik üzerine kurulu ikili bir dinamikte yaşanan içsel hazlara odaklanıyor. Birlikteliğin getirdiği heyecan ve kadında bıraktığı tutku üzerine birinci ağızdan, kendi deneyimleri üzerinden oldukça gerçekçi ve tıpkı başlığındaki gibi olağan, yalın bir anlatıyla okura sunuyor.

Kitaptaki olaylar Annie Ernaux’nun ağzından, bir anlatı biçiminde yazıldığından, zaten ana karakterin yazarın geçmişteki kendisi olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. Annie Ernaux, boşandıktan birkaç sene sonra, orta yaşlarındayken ‘’A.’’ isimli bir kişiyle tanışıyor. ‘’İlişki’’ temeli kurduğu bu ‘’A.’’ isimli kişi ise evli, 38 yaşlarında, Doğulu olduğu belirtilen fakat hakkında başka hiçbir detaya yer verilmeyen bir diplomattır. Aynı zamanda eserde, Alain Delon’a benzediğine dair imalar bulunmaktadır.

Ernaux, kendi bıraktığı dipnotlardan birinde, geçmişindeki bu adam hakkında bilerek detay vermek istemediğinin altını çiziyor. Kafka’nın sıkça kullandığı bu ‘’baş harf’’ yöntemi, genellikle okura, karakterden ziyade olaylara ve yaşananlara odaklanması gerektiğini söylemenin bir yöntemi olduğundan, Ernaux da bu yaklaşımını kitabın son cümlesine kadar sürdürüyor.

1989 ortalarından 1990’a kadar süren duygusal çözümlemelere odaklanan kitapta Ernaux, A.’ya karşı duyduğu bu “yalın tutkuyu” bütün aşamalarıyla sığdırıyor elli sayfanın içerisine. İlk başta kaçınılmaz bir cinsel heyecan gibi gözükse de, Ernaux, A.’dan oldukça hoşlanmaktadır; onunla birlikte olma fikrini -bu yalnızca cinsel bir birliktelik değil, sokakta yürürken onunla karşılaşmak gibi basit anlar da dahil- kafasında romantize edecek kadar derinleştiriyor. Bu hissin gelip geçici gözüken bir heyecan gibi başlayıp en saf ve yoğun halinden tutkuya dönüşmesi ise kendi gündelik, rutin hayatının en büyük mutluluğu oluyor. Ölçülemez ve başına buyruk bir arzu haline geliyor artık bu duygular. Kadın, adam gidince yaşananları düşünerek kendini avutuyor, söylediği sözcük ve kelimeleri kendi kafasının içerisinde tekrar ederek bir nâhoşluk hâli içerisinde günlerini geçiriyor. “Eskiden, sınavlara ne kadar ara vermişsem başaramayacağımdan o ölçüde emin olurdum; şimdi de beni telefonla aramadığı günler ne kadar çok sürüp giderse, bırakıldığımdan o ölçüde emin oluyordum.’’

Tutkusu hat safhaya ulaşıp artık saplantıya dönüştüğünde, aynı ölçüde artan kaygıları ve elindekini kaybedecek olmanın verdiği korkuyla, zaten içte yaşadığı ölçütü olmayan bütün bu süreci, iyice içine kapanarak bir şekilde geçirmenin yolunu arıyor.
Kendi dengesini kurabilmek ve bazı şeyleri çözümleyebilmek adına derhal bir yazma eylemine girişiyor. Ernaux, A. ile arasındaki ilişkiyi, birçok kez ‘kaygı ve isteme’ ikileminin birlikteliği bakımından, sınava girecek bir öğrenci stresine benzetiyor -ki bu bence harika bir benzetme- A., Ernaux’nun hayatına “düş kurmasını’’ sağlayan ve içini tutkunun saf ateşiyle yaktıran benzersiz bir pencere açıyor. Ernaux, gördüğü ve izlediği şeylerden bambaşka tatlar alıyor artık. Bütün bu duygular için de kendini muazzam derecede şanslı hissediyor.

“Dolayısıyla, yaşamı hakkında yazan kişiyi teşhirciye benzetmek yanlış olur, çünkü teşhircinin tek arzusu kendini göstermek ve aynı anda görülmektir.’’ Niyeti, yaşamış olduğu ve şimdiye kadarki en büyük lüks olarak gördüğü duygularını filtresiz ve en şeffaf haliyle aktarmak olan Ernaux, bunu sadece başarmakla kalmıyor; aynı zamanda her bir okuyucusunu kendi iç dünyalarından duygu dünyalarına çıkaran bir yolculukta sorgulamaya sürüklüyor.
Yalın Tutku, kadınlığın, arzunun ve bekleyişin çıplak gerçeklerini seriyor okuruna. Bir kadının aşkını, arzusunu ve bekleyişi en keskin haliyle yaşadığı bir anlatı. Yazarın yaşadığı yoğun, tek taraflı gibi görünen ama derinlerinde kadınlık deneyiminin en uçlarına dokunan bir anlatı Ernaux’nun kaleminden çıkanlar. Bu ilişki, klasik anlamda, ‘romantik’ veya alışılagelmiş bir ‘aşk hikayesi’ değil; aksine, bireyin iç dünyasının en sade ve en acımasız haliyle açığa çıktığı, en şeffaf haliyle yazar tarafından okuruna altın bir tepside sunulmuş saplantılık hali.

Ernaux’nun anlatımı, her türlü süslemelerden ve mecazlardan arındırılmış, büyük bir titizlikle işlenmiş. Kendi hislerini, beklentilerini ve bedeninin arzulara verdiği tepkileri öylesine doğrudan anlatıyor ki okurken bu açıklığı insanın içine işlemekten alıkoyulamıyor. Yazarın soğukkanlı üslubu, okurun da duygularını ayıklamasına ve kendi deneyimleriyle hesaplaşmasına olanak tanıyor.

Bir kadın olarak bu anlatının içinde kendimi çok sık buldum. Tutkunun tek yönlü gibi göründüğü, ancak özünde karşılıklı bağımlılıklar ve duygusal dengesizliklerle örülü olduğu bir ‘aşkın’ içinde kaybolma hali… Ernaux, bekleyişin, bir adamın aramalarına, gelişine ve gidişine bağımlı olmanın, kadınlık deneyiminde aynı anda nasıl yıkıcı ve dönüştürücü bir güç olabileceğini gözler önüne seriyor. Onun bu ilişkiye yüklediği anlamlar, benim de hissettiklerimi, “kadın olmanın’’ kaçınılmaz kırılganlıklarını ve arzunun kör edici yanını hatırlatıyor. Bir noktada hepimiz de aynı şeyleri hissediyoruz.

A. karakteri, yani anlatıdaki erkek, eserde bir varlık olarak tam anlamıyla belirgin işlenmiyor, bir figür olarak var lakin özünde bir yansıma, bir yankı gibi bu ‘’A.’’ Asıl mesele, onun varlığının nasıl içselleştirildiği, nasıl bir bekleyişe dönüştüğü. Kadının arzusu, onu şekillendiren, onun zamanını belirleyen ve içini dolduran, gündelik yaşamını bile ele geçiren bir ritüele dönüşüyor adeta. Bu noktada yazarın metni ‘kadınlık’ deneyiminin evrensel bir kesitine dönüşüyor. Çünkü aşkın içinde kaybolmak, özellikle bir erkeği beklerken hislerini onun varlığına göre ölçmek ve tutkunun ölçütlerinin hem en dipte hem de en aşağıda, gelgitli bir biçimde hissedeni fırtınalı bir açık denize çekme hali… Bunların hepsi çok tanıdık.

Beni en çok etkileyen şey, Ernaux’nun hissettiklerine yönelik acımasız dürüstlüğü. Kendini “küçültmekten” çekindiği ya da tam tersi, “güçlü” görünmek için uğraştığı bir anlatıya sığınmaktan kaçınarak, tam anlamıyla bağımlı olduğu bu aşkı tüm çıplaklığıyla aktarıyor. Bu, bir zayıflık gibi görünüyor olsa bile, işin esasında kadının tutku karşısındaki varoluşsal duruşu. Aşkın kadını nasıl şekillendirdiği, ona nasıl bir varlık alanı sunduğu ya da onu nasıl yok ettiği soruları, kitap boyunca okurun da zihninde bir şema oluşturuyor ve yankılanmaya devam ediyor. Bu eseri okurken, aşkın kişisel sınırları nasıl erittiğini de düşündüm. Kadın olarak, biriyle yakınlaştığımızda, ona dair her şeyi içselleştirme eğilimimiz var: koku, sesler, geliş – gidişler, varlığı ve yokluğu. Ernaux’nun anlatısında bu çok belirgin. Adam yokken bile var, hem de her yerde, çünkü onun yokluğu bile kadının zihninde bir mevcudiyet halini alıyor. Ayrıca bu ‘içselleştirmelerimizin’ bir kusurdan ve zayıflıktan ziyade, aslında içsel bir lütuf olduğunu da kendi deneyimini anlatırken bize aktarmaktan çekinmiyor. Bu yüzden de, kendi içselliğine sahip çıkışı, benzer fikirlerde bir kadın olarak beni de güvende hissettiriyor.
“Yaşamdan beklediğimin aksine, yazıdan hiçbir şey beklemediğimi bilerek yazıyorum. Yazının içine ne koyarsanız sadece onu alırsınız. Devam etmek, yazılanları okumaları için başkalarına sunma korkusunu da savuşturmak demektir. Yazma gereksinimi duyduğum sürece bu olasılığı umursamıyordum. Artık bu gereksinimin sonuna geldiğim için, yazılmış sayfalara şaşkınlıkla ve tutkumu yaşarken ya da onu anlatırken – tersine – hiçbir zaman hissetmediğim bir utançla bakıyorum. Bunlar, yayımlanma olasılığı karşısında birbirine yaklaşan yargılar ve “normal” değerler. Burada da, karalamalarla dolu, el yazımla yazdığım kağıtların karşısında, bunun özel, önemsiz, neredeyse çocuksu bir şey olduğuna inanabilirim, tıpkı sınıfta defter kaplarının içine yazdığım aşk ilanları ve kimsenin görmeyeceğine inanarak yazılan diğer her şey gibi. Bu metni yazmaya başladığımda onu herkesin bildiği daktilo harfleriyle görünce masumiyetim sona erecek.’’

Aynı zamanda değinmek istediğim başka bir yer daha var: Roland Barthes’ın, Ernaux’nun eserini, Marquise de Sade’den daha müstehcen bulması. Oldukça çarpıcı bir kıyaslama bu, çünkü bilindiği üzere Sade edebiyat tarihindeki en müstehcen ve aşırı noktalardan biri. Barthes’ın neden böyle düşündüğü üzerine biraz düşündüm ve açıkçası buna da değinmenin “gerekli” olabileceği kanısına vardım.
Sade’nin eserleri, cinsellikte aşırılıkla ve özellikle de şiddetle doludur. Onun “müstehcenliği” fiziksel eylemlerin en uç halleriyle ilgilidir. Sade, cinsellikle birlikte aynı zamanda ahlaki ve dini sınırları yakma amacı güder. Ernaux ise eserinde tamamen fiziksel eylemleri detaylandırmadan, duygusal ve psikolojik bir “müstehcenlik” yaratır. Onun müstehcenliği, anlatımın soğukkanlı doğallığında ve aşkın, arzunun zihinsel işgalindeki çıplak gerçekliğinde yatar.
Barthes büyük ihtimalle müstehcenlik kavramını sadece bedensel bir açıklık olarak değil, içsel bir ifşa olarak nitelendiriyordu. Sade’nin müstehcenliği dışsaldır; fiziksel tasvirlerle doludur. Oysa Ernaux’nun müstehcenliği okuru rahatsız eden bir tür “duygusal çıplaklıktır.’’ (Özellikle Ernaux’nun “kadınsallık” üzerine yazdığını ve Barthes’ın da bir “erkek” okuyucu olduğu düşünülürse.) Yalın Tutku, bir kadının ‘takıntılı’ arzularını, aşkı yaşarken hissettiği zilletle karışık hazzı tamamen filtresiz anlatır. Ernaux’nun anlatımında hiçbir utanma, sakınma ve süsleme yoktur. Bu, okuyucunun doğrudan bir başkasının en mahrem psikolojisine girmesi anlamına gelir ve belki de Barthes için bu bedensel pornografiden bile daha müstehcendir. Nasıl olsa, Ernaux bir nevi de kendi ‘zihinsel esaretini’ anlatmaktadır. Okuyucu, bu aşinalıklardan ötürü kendini kolaylıkla anlatının içinde bulabileceğinden, belki de bundan dolayı bir rahatsızlık da duymaktadır.
Bu açıdan bakıldığında da Barthes’ın yorumu, müstehcenliği yalnızca fiziksel olarak değil, psikolojik ve edebi bir biçim olarak ele aldığını gösteriyor. Çünkü bazen sade ve doğrudan bir itiraf, grotesk bir fanteziden çok daha fazla tedirgin edici olabilmektedir.

Esere dönecek olursak, Ernaux’nun kitabında, yas tutmanın beş aşamasının izleri de görülebiliyor. En son, yasta olduğu dönemlerde, eski acılarının şuanki acısını avutması dileğiyle kürtaj olduğu sokakta gezintiye çıkıyor. Bunu da şöyle ifade ediyor: “Acaba başkalarının da aynı şeyleri yapıp yapmadıklarını veya hissedip hissetmediklerini öğrenmek için mi; yoksa onların bu gibi şeyleri hissetmeyi normal bulmaları için mi; ve hatta bir gün, bunları bir yerde okuduklarını unutup bizzat deneyimlemeleri için mi yazıyorum, diye soruyorum kendime.’’
Ernaux’nun yaşadığı bu “acı dindirme’’ mekanizması, şahsen benim de çok yaşadığım bir şey. Çok üzüldüğüm dönemlerde, geçmişteki bazı anıların yanına gidip bağdaş kurup oturuyorum ve uzun bir süre orada kalıyorum. Annie Ernaux’nun tüm içselliğini, samimiyetinden ve sadeliğinden ödün vermeden özgün bir şekilde ifade edişi; özellikle “tabu yıkan” (kürtaj hisleri ve cinsel arzular gibi) konuları merkeze alması düşünüldüğünde, çağdaş edebiyat için oldukça değerli olduğu açıktır. Nobel Ödülü’ne layık görülmesi de, en azından benim kanaatimce, son derece isabetli ve anlaşılabilirdir.

Kabulleniş aşamasında ise, eserini şu cümlelerle bitiriyor Ernaux ve tutkusunun bir zayıflık değil, kendi iradesinde benliğine benlik katan, aslında ne kadar “kutsal” bir deneyim olduğunu gözler önüne seriyor. A.’ya olan hislerini bir esere dökmeyi, yapılan bir bağışı geri ödemeye benzetiyor: “Çocukken benim için lüks kürk mantolar, uzun elbiseler ve deniz kıyısındaki villalardı. Daha sonra, bunun entelektüel bir yaşam sürmek olduğuna inandım. Şimdi bana öyle geliyor ki lüks aynı zamanda,bir erkeğe ya da bir kadına olan tutkuyu yaşayabilmektir.’’
Tutkunun kutsallığı da burada devreye giriyor, Ernaux’nun son cümlelerinde. Ne de olsa, çoğu insan, hayatlarında bu tarz yakınlıkları bir kez bile yaşamadan bitirmekte ömürlerini: Sevgilerini sevmeden, bir insanın kalp atışlarında kendi varoluşuyla birleşmeden, özlemlerini özlemeden.
Bu eser, bir aşk hikayesinden çok daha fazlası zaten. Bir kadının, arzunun ve tutkunun gücüne teslim olmasının hikayesi. Ernaux, kadınlığın en kırılgan, en çırılçıplak halini kelimelere döküyor ve bunu yaparken bizi de kendimizle yüzleştiriyor. Yalın Tutku, aşkı yaşamanın değil, aşk tarafından yaşanmanın, onun tarafından ele geçirilmenin ve sonunda onunla dönüşmenin hikayesi. Ve belki de kadın olmanın ve tutkuyla edilen dansların da en keskin hali…
Ernaux’nun en sevdiğim cümleleriyle bitirmek istiyorum bu yazımı. Onun hakkında kendi içimden geçenleri olabildiğince bu yazıya dökmeye çalıştım ama eminim ki aşağıya bırakacağım alıntıda yazdıklarımın, yazarın tutkusallığının, somut birleşimini de bulabileceksiniz.

‘’Ancak yazmaya başladığımda amacım bir film seçiminden bir ruj seçimine kadar, her şeyin aynı yönde ilerlediği o zamanda kalmaktı. İlk satırlardan başlayarak, iradem dışında kullandığım bir sürenin, ‘O zamanda hayat daha güzeldi’ cümlesinin, sonsuz bir yinelemenin zamanıydı. Aynı zamanda önceden beklemenin, telefonların, randevuların yerini alan bir acı üretiyordu. Şimdi bile ilk birkaç sayfayı yeniden okumak, evimdeyken üzerine geçirdiği ve giderken çıkardığı o bornoza bakıp dokunmanın verdiği acıyla aynı türden bir acı. Fark: Bu sayfalar benim için, belki başkaları için her zaman bir anlam ifade edecek, oysa bornoz – şimdi sadece benim için anlamı var – bir gün artık bana hiçbir şey anımsatmayacak ve onu eski eşya torbasına koyacağım. Bunu not etmekle, herhalde bornozu da saklamaya çalışıyorum.’’

Hacettepe Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencisiyim.  Küçüklükten beri okuma ve yazmaya ayrı bir ilgim bulunmakta. Sık sık deneme,şiir ve eser incelemeleri yazıyorum.
YORUMLAR

  1. Kemal Yanar dedi ki:

    Kaleminize sağlık.