Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Afyon 20°C
Açık
Afyon
20°C
Açık
Çar 23°C
Per 27°C
Cum 28°C
Cts 27°C

PALYAÇO

PALYAÇO
15 Nisan 2025 17:38
113
A+
A-

Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Heinrich Böll’ün Palyaço’su (Ansichten eines Clowns) yayınlandığı sene olan 1963 yılında geçiyor ve savaş sonrası Almanya’sını tıpkı diğer yapıtlarında olduğu gibi yalın kullanılmış bir dille fakat arkasında barındırdığı keskin eleştirilerle aktarıyor. Bütün bu sert toplum eleştirileri dolayısıyla da okuru her zamanki gibi düşünmeye sevk ediyor.

Kitap, Bonn’da yaşayan ve pandomim sanatıyla uğraşan palyaço Hans Schnier’i merkeze alıyor ve onun bakış açısından okuyucuyla buluşuyor. Schnier, kendini toplumdan soyutlamış bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Doktor bir anne ve iş insanı bir babanın büyük çocuğu olarak doğan Hans Schnier, burjuva bir aileye mensup olmasına karşın toplumdaki “aykırı” bakış açılarından ötürü ebeveynlerinin beklentilerini karşılayamıyor ve kendisini ilk olarak ailesinden soyutlamış oluyor. Aslında kitabın aşamalı bir soyutlanma tablosu olduğunu düşünebiliriz. Böll, tıpkı Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru eserinde olduğu gibi yavaş yavaş ana karakterlerinin nasıl toplumda soyutlandığını ve sonrasında da tamamen kendini kaybedişini bu eserinde de gösteriyor.

Tabii bu “aykırı” bakış açılarını biraz açmak lazım. Schnier’in ailesi klasik bir burjuva aile ve dini değerlerine sıkı sıkıya bağlılar. Aynı zamanda Nazi döneminde de Nazi sempatizanlığı yapmış olmalarını da unutmamak gerekir. Bekledikleri ‘‘proje çocuk’’ büyük oğulları Hans çıkmadığında uğradıkları hayal kırıklığından ötürü oğullarını geri plana atmalarıyla başlıyor Hans’ın soyutlanma macerası ve kişisel buhranları. Çocukluğundan beri çevresinde ona empoze edilmeye çalışılan Führer kavramını ve Katolikliği bir türlü anlayamayan ve kuvvetle muhtemeldir ki bunun bu kadar ısrarla dayatılmasından ötürü de kafasında inatla bunları ters teptiren Hans, ebeveynlerinden de onları simgeleyen bu kavramlardan da nefret ediyor. Sonrasında Hans’ın Henriette isimli bir kız kardeşi oluyor, Hans küçük ve masum kız kardeşine büyük bir sevgi besliyor ve Henriette de tıpkı Hans gibi ailesine karşı “asi” olduğundan ötürü onunla ayrı bir bağ ve yakınlık kuruyor. Henriette maalesef ki küçücük yaşta Hitler rejiminde ailesi tarafından zorla gönderildiği pilotluk kampında ölüyor. Aile bunun üzerine konuşmamayı tercih ettikçe Hans içten içe gitgide onları suçluyor ve bütün bu kavramlara (aile kavramı dahil) nefreti iyice körükleniyor. Hans’ın diğer bir kardeşi ve ailenin son çocuğu olan Leo ise pırıl pırıl, çok efendi ve başarılı bir genç. Hans, insan olarak Leo’yu çok seviyor çünkü Leo bize tasvir ediliş olarak da hep iyi ve güzel şeyleri temsil ediyor ve tabii ki Schnier ailesinin proje çocuğu da böylelikle başarıyla Leo oluyor. Hans, istemeyerek de olsa, bence bir nevi de utançtan ötürü, kendisini ailesinden soyutlarken istemsizce Leo’dan da soyutluyor ve yıllar sonra annesine açtığı telefonda Leo’nun katolik eğitimi aldığını ve bu yolda başarıyla ilerlediğini öğrenip hayal kırıklığına uğruyor, Leo gibi zeki bir çocuğun bu yolda harcanmasına anlam veremiyor. Kitaptaki diğer bir kilit karakter ise Marie. Marie, Hans’ın uzun yıllar boyunca birlikte yaşadığı eski kız arkadaşı. Marie,nikahsız birliktelik yaşadığı ve aynı evi paylaştığı Hans’a evlenmeleri gerektiğini ve böylece ilişkilerinin toplumda daha iyi karşılanacağını söylediğinde Hans ona dayatılan bu Katolik baskıları ısrarla reddediyor. Bütün bunlara boyun eğemeyen Marie ise Hans’tan ayrılıyor ve toplumda lekelenmemek için mecburiyetten gidip iyi bir Katolik olan ortak arkadaşları ile nişanlanıyor.

Hans Schnier, yüzündeki palyaço makyajının arkasına bütün hüzünlerini, ailesel buhranlarını ve toplumla olan kavgasını gizlemiş biri. Bilerek sahnede tökezler, insanlar kahkahalarla güler ve onun salaklığıyla dalga geçer, bütün bunlar umrunda değil, kaçış yolunu kendisine böyle çizmiştir o. Böll, kitabın önsözüne yazdığı cümleyle özetliyor bütün bunları : ‘’Ondan habersiz olanlar görecekler, duymamış olanlar anlayacaklar.’’ Hans tıpkı eski zamanlardaki saray soytarılarının yaptığı gibi karşısında onu izleyen seyircilere ve dolayısıyla doğrudan topluma, bütün rezillikleri ve kendi savaşını bir ‘‘komedi gösterisi’’ üzerinden sunuyor. Bu noktada palyaço figürümüz Hans yozlaşmış bir toplum için çok fazla karşıt şey temsil ediyor ve içimizden biri haline geliyor.

Aslında sanatında iyi bir konumda olan ve yüksek fiyatlarla gösterilere çıkan Hans zamanla iş bulmakta zorlanıyor ve kendisi de yavaşça mesleğinden uzaklaşıp iyice izole hale geliyor, bilerek gösteride düşüp ayağını kırıyor mesela sıradaki gösteriye çıkmamak için. Ben bunu Hans’ın artık palyaço maskesinin arkasına gizlenemeyecek kadar dolmuş olduğuna ve bunları gizleyemediği sürece toplumda kendisine bir yer bulamayacağını bildiği için de kendini izolasyona kapatmasına,dış dünyayla ve nefret ettiği kalabalıklarla bağlantısını koparmasına bağlıyorum. Sahip olduğu her şeyi kaybeden Hans,çaresizce eski günleri anımsamak adına sürekli Marie’yi özlüyor ve kendini Marie’nin gidişine kaptırıyor, zaman zaman da merhum kız kardeşi Henriette’yi anıyor. Hayatta gerçekten bağ kurduğu ve sahip olduğu iki kişiyi de düzene kurban vermiş olan Hans bütün bunların ona yükledikleriyle başa çıkamayacak hale gelmiş vaziyette artık. Her şeye rağmen, yılda sadece 3-4 haftamı geçirdiğim bu evim bütün otellerden daha yabancıdır bana diyor kitapta. Ev kavramı bile olmayan, kurduğu bağlar koparıltılmış ve adeta bir tutunamayan haline getirilmiş karakterimiz burjuvaların dar kafalılığı ve çarpık ahlak anlayışının kurbanı. Acaba ev, insanın kendini avutmasından başka bir şey midir?

Böyle bir toplumda yaşayanların ölü olduğuna, ölülerin ise yaşadığına inanıyor Hans Schnier. İşte tam da bu yüzden onun için “ölmüş” olan hiçbir şeyi bırakamıyor ve bir teselli arayışına giriyor onlar aracılığıyla. Marie’nin onu terk etmesi klasik bir aşk acısı çektirmiyor Hans’a , bu aşk acısı değil, toplumdan yediği son ve belki de en ağır darbe onun için. Kitaptaki başka bir karakter olan ve Hans’a değer veren Monika’dan gerçekten çok hoşlandığını bilen Hans, gene de Marie’yi düşünmekten kendini alıkoyamıyor çünkü Marie’nin ona toplumun son darbesini indirdiğini biliyor. Marie aslında bütün bu döngüyü temsil ediyor, özellikle de ana figürle duygusal bağı yüksek seviyede kurmuş olduğu bir karakter olarak.

Böll aynı zamanda çeşitli rahip karakterler üzerinden de kinayeli bir din eleştirisinde bulunuyor, ki eserin yayınlandığı tarihte Böll ‘din karşıtlığı’ propagandası yapmakla suçlanıyor ve Katolikler tarafından yapılan bir sürü eleştiriden de nasibini alıyor tabii. Hans’ın zamanında Marie’nin ısrarıyla gittiği ayinlerden birinde Başrahip’in elinde şarap, diğer elinde purosu, peynir tabağından atıştırırken ağzını ayırarak beş yüz markla rahat geçinileceği, fakat bin ve iki bin markın insanı sıkıntılara soktuğunu söylemesi ve ardından da dalga geçerek fakirlerin daha rahat yaşadığını vurgulaması Böll’ün açık eleştirilerinden bir tanesi. Burjuvaya ve onların empoze ettiği din anlayışındaki çarpıklık ve ikiyüzlülüğü yerden yere vururken karakterin toplumda kendine çizdiği aykırı yolun oluşmasını izliyoruz. Aynı zamanda Hans’a gösteri için istediği parayı ısrarla vermekten kaçınan ve bunun yerine Hristiyan dünyasına bağış yapması gerektiğini iyice vurgulayan başka bir rahip karakterden de temsil edilmesi gereken fakat etik olarak uygulayamadıkları kavramlardan biri olan ‘‘cömertlik’’ ve tıpkı Reform dönemindeki gibi uygulamalı bir ikiyüzlülük içerisinde insanların tamamen kandırılıp sömürüldüğü bir din anlayışına şahit oluyoruz.

Hans Schnier, Heinrich Böll’ün Palyaço (Ansichten eines Clowns) eserinin başkahramanı olarak, hem bireysel hem de toplumsal çatışmaların ortasında duran karmaşık ve derin bir karakter. Hans’ın hayatı ve duygu dünyası, hem kişisel travmaları hem de toplumun katı ahlak anlayışıyla şekilleniyor.

Hans Schnier, derin bir melankoliye gömülmüş bir karakter. Hayatındaki ilk kaybı kız kardeşi,en büyük ve son kaybı da kız arkadaşı Marie’nin onu terk edip gitmesidir. Marie ile olan ilişkisi, Hans’ın yaşamında bir tür ‘’sığınak’’ gibidir ; onun kaybıyla da Hans bir çeşit duygusal boşluğa düşer ve kendini iyice melankolinin eline bırakır. Hans’ın bu depresyonu ve melankolisinin tek sebebi Marie’nin ayrılığı değildir. Aynı zamanda ailesiyle olan kopuk ilişkisi ve toplumun dayattığı ahlaki değerlerle bir türlü uyum sağlayamaması sonucunda verdiği kavga ve melankolinin peşinden gelen mesleki başarısızlıklar (işe yarayamamazlık) da onun depresyonunu iyice körükler. Hans, yalnız bırakılmış bir karakter olarak karşımıza çıkar böylece. Onun yalnızlığı, içsel bir sürgün gibidir. İnsanların onu bir türlü anlayamadığına inanır, bu da soyutlanma yolculuğunun bitmesine asla olanak tanımaz.

Hans’ın Marie’ye olan sevgisi, çocukluktan itibaren masumiyetle dolu ve derin bir aşk olarak betimleniyor bize Böll tarafından. Marie’nin kendi dini değerleri ve toplumda gördüğü baskıya dayanamaması nedeniyle Hans’ı terk etmesi, Hans’ın ipleri iyice elinden bırakmasına yol açar ve hayatını iyiden iyiye raydan çıkarır. Hans, Marie ile olan ilişkisinde bir tür ‘sadelik’ ve bulamadığı samimiyeti bulmuşken, Katoliklerin baskıcı ahlak yargılarının bu ilişkiyi yok etmesi Hans’ın dünyaya ve topluma, daha da kırılmasına yol açar.

Hans, Marie’nin terk edişini sadece basit bir ayrılık acısı ve terk ediliş olarak değil, aynı zamanda toplumun insana dayattığı değerlerin bir zaferi olarak görür. Bu nedenle Marie’nin sonrasında gidip Züpfner isimli Katolik din adamıyla evlenmesini ve aşkının kaybedişini sadece bir ‘kayıp’ olarak görüp üzülse de, asıl derinlik ve kırgınlık kaçınılmaz bir gerçeklik olan bu zaferin ‘‘hayal kırıklığı’’ ile başlar.

Hans’ın öfkesi, bireyden çok topluma yöneliktir. Kendi dindar aile yapısı, kilise ve toplumdaki ikiyüzlü değerler Hans için başlı başına hayal kırıklığı kaynaklarıdır. Özellikle de ailesine duyduğu öfke, çocukluğundan itibaren kendisine dayatılan soğuk ve sevgiden mahrum olan ‘‘sahte’ ve ‘çarpık’ olarak da bize yansıyan aile ortamından beslenir. Hans, materyalist fakat bir o kadar da cimri olan (ailenin çarpıklığına basit bir örnek) ‘ailevi’ değerlerini, kardeşi Leo ile bir türlü aralarındaki mesafeyi aşamadığı ilişkisini ve annesinin taş gibi soğuk katılığını asla unutamaz. Öyledir ki, ailede kendine en yakın ‘‘hissettiği’’ kişinin (kız kardeşinin ölümünden sonra tabii) Rheinlı burjuvaların değerlerine göz deviren hizmetçileri Anna olduğunu söyler.

Öfkesinin altında yatan asıl duygu ise sevilmediğini ve bir türlü kabul göremeyeceğini hissetmesidir. Hans, hayatını böylelikle bir direniş olarak yaşar; hem ailesine hem de topluma karşı durarak kendi değerlerini korumaya çalışır.

Hans, palyaço mesleğinde zamanla kendisini hükmetmesine izin verdiği depresyon sebebiyle oldukça düşüşe geçer. Bu, yalnızca ekonomik anlamda değil, aynı zamanda psikolojik ve duygusal anlamda da bir çöküştür. Kendini ifade etme aracı olarak gördüğü ve onun direnişinden kendisine kalan tek parça olan mesleği bile onu hayal kırıklığına uğratır. Ayrıca Marie’yi bir türlü geri kazanamayışının suçluluğunu da taşımaktadır her gün,onu kaybedişinin sebebinin de kendi ‘yetersizliği’ olduğunu dayatmaya çalışır bütün çevresi Hans’a. Bütün bunlar da kendisine olan güvenini iyice zayıflatır ve artık aynaya bakıp basit yüz antrenmanlarını bile yapamaz hale gelir,kendi yansımasına katlanamaz.

Hans, yalnız bir birey olarak, bütün bu anlam kayıplarını derinden hisseder. Onun için yaşam artık anlamsız bir mücadeleden ibarettir. Toplumun değerlerini reddederken,kendi değerlerini de bulup korumakta artık zorlanır. Bu da boşluğundan çıkmasına iyice engel olur ve Hans gittikçe daha da dibe batmaya başlar. Hans’ın dünyasında ‘’mutluluk’’ denen kavram yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. Kendini sürekli sorgulaması ve varoluşsal bir anlam bulamaması , onun karakterini trajik bir figür yapar.

Hans’ın toplumla mücadelesi ise ‘aktif’ bir mücadeleden çok sadece pasif bir içsel direniştir. Yaşadığı kırgınlıklar, onu aktif olarak harekete geçirmek ve bir aksiyon almasını sağlamak yerine iyice kendi kabuğuna doğru çeker ve dış dünyayla olan bağlantılarını koparır. Palyaçoluğu sadece mesleği değil aynı zamanda topluma karşı aldığı ironik bir duruş olan Hans,artık palyaço makyajının bile arkasına sığınamayacak hale gelir ve toplumla olan kavgası da yavaşça kendi değerini kaybeder. Palyaço sahnede insanları güldürürken Hans kendi derin kederi içerisinde boğulmaktadır.

Hans Schnier, bireyin savaş sonrası modern toplumdaki yalnızlığını ve anlam arayışını derin bir şekilde temsil eden içimizden bir karakterdir. Yaşadığı çelişkiler ve yitirişler içerisinde kaybolmuş bir ruh olarak,okurda empati yaratır. Romanın sonunda Hans, hem ekonomik hem de mental olarak en diptetir. Marie’yi geri kazanma umudunun sıfır olduğunu artık kendi de kabullenmiştir ve ailesi ile çevresinden ona gelen destek de artık sıfırı bulmuştur. Performans yapma şansı kalmamıştır. Romanın son sahnesinde, Bonn Tren Garı’nın merdivenlerinde oturarak geçen insanları seyreder ve orada para dilenmeye başlar.

Hans’ın hikayesi açık biter, tam anlamıyla bir sona ulaşmaz. Bu da romanın genel temasına ve Hans’ın yaşamındaki ve karakterindeki çıkmazlara uygun bir şekilde, okuyucuyu hem düşünmeye teşvik eder hem de duygusal boşlukta bırakır.

Böll’ün yarattığı karakter sadece ‘trajik’ değil aynı zamanda güçlü de bir eleştirmen eseridir. Bütün bu belirsizlik ve umutsuzluk, romanın etkisini daha da derinleştirir.

Böll içinde bulunduğu topluma bütün nefretini bize böylece kusmuş oluyor. Kader denilen şey,mesleğimi ve durumumu anımsatıyor bana,diyor Hans Schnier daha romanın ilk sayfasından. Bence kapanışa da oldukça yakışacak bir alıntı bu. Kader denilen şey, alın yazısı, içine sürüklendiği toplum ve hayatının gidişatı, bir palyaço gösterisini anımsatıyor ona. Böll de tıpkı Hans gibi bütün eleştirilerini onun maskesi altından kitapta oldukça mesafeli ve sade diliyle gene alttan alta serptiği kinayeli yaklaşımlarla döküyor okuruna,keskin gözlem yeteneğiyle birlikte.

Hacettepe Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencisiyim.  Küçüklükten beri okuma ve yazmaya ayrı bir ilgim bulunmakta. Sık sık deneme,şiir ve eser incelemeleri yazıyorum.
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.