CAMUS’NÜN YABANCI ESERİ ÜZERİNE

“YABANCI” ÜZERİNE
Nobel ödüllü yazar Albert Camus’nün 1942’de yayımladığı Yabancı (L’etranger), hem ebedi hem de felsefi bağlamda 20.yüzyılın en önemli eserlerinden biri sayılmaktadır. Camus’nün “saçma” (absürd) felsefesini ve varoluşçuluk ile olan ilişkisini en net biçimde ortaya koyan bu roman; bireyin toplumla, kendisiyle ve de ölümle olan ilişkisini sorgulayan, başyapıt niteliğinde bir eserdir. Camus, bireyin toplumsal normlara, ahlaki beklentilere ve kaderci bir dünya görüşüne yabancılaşmasını anlatırken, aynı zamanda saçma felsefesini ebedi bir biçimde ortaya koyar.
Roman, Fransız Cezayiri’nde yaşayan Fransız asıllı Meursault’nun annesinin ölüm haberini almasıyla başlar. Meursault, annesinin ölümüne karşı tepkisizliği, duygusal kayıtsızlığı, bir Arap’ı öldürmesi ve ardından yargılanma süreci ile toplum tarafından dışlanır ve sonunda ölüme mahkum edilir. Bu bağlamda biraz da olsa Kafka’nın ünlü eseri Dava’ya da benzemektedir.
Roman, bireyin anlam arayışının sonuçsuzluğunu ve modern insanın dünyadaki köksüzlüğünü ele alır.
1940’lı yıllarda Fransız sömürgesi altındaki Cezayir’de geçen eserde, Meursault’nun yaşadığı şehir, Cezayir’in başkenti olan Cezayir şehridir. Camus’nün kendisi de bir Fransız-Cezayirli olduğu için, bu coğrafya onun eserlerinde sıkça yer almaktadır.
Eserde geçen önemli mekanlardan bazıları; Meursault’nun annesinin öldüğü ve cenazesinin yapıldığı huzurevi ve hem plajları hem de özellikle hapishane bölümüyle eserde oldukça büyük bir yer tutmuş olan Cezayir şehridir.
Romanın tam olarak hangi yıl geçtiği tam olarak belirtilmese de, Camus’nün yaşamına ve Cezayir’in Fransız sömürgesi olduğu döneme bakılırsa 1940’ların başları demek en doğru yaklaşım olacaktır. Roman iki bölümden oluşmaktadır: Birinci bölüm Meursault’nun annesinin cenazesiyle başlar ve Arap karakterini öldürüşüyle biter. İkinci bölüm ise hapishane süreci ve idamı beklemesine odaklanır.
Zamanın işleyişi konusunda Camus, çoğu geleneksel romandan farklı bir yol izler. Olaylar keskin zaman sıçramalarıyla ilerler, Meursault’nun iç dünyasına odaklanıldığında ise zaman kavramı bulanıklaşır.
Meursault, toplumsal normlara ve ahlaki değerlere karşı kayıtsız bir karakterdir. Hissettiği duygular yüzeysel ve anlıktır. Annenin ölümü, aşk, cinayet ve ölüm gibi olaylara karşı “beklenen” tepkileri vermez. Ne isyan eder ne de kendini savunur. Hayatın anlamsızlığını kabullenen ve onu olduğu gibi yaşayan bir figürdür. Camus’nün gözünde Meursault, toplumun dayattığı anlamlandırma çabasına karşı çıkan, bu yüzden de “yabancılaşan” bir karakterdir.
Anne “figürü” ise romanın ilk satırlarında ölümüyle birlikte romana girer. ‘’Bugün anne öldü. Belki de dün, bilmiyorum.’’
Bu cümle, Meursault’nun annesine karşı “tepkisizliğini” gösterdiği gibi, aynı zamanda onun toplumun etik değer yargılarından ne kadar uzakta durduğunu da baştan gözler önüne sermektedir. Meursault, annesinin ölümüne ağlamadığı için mahkemede suçlu bulunur. Aslında onun mahkum edilmesinin asıl nedeni Arap’ı öldürmesi değil, toplumun ondan beklediği yas tutma görevini yerine getirmemesidir.
Diğer karakterlerden biri olan Raymond, Meursault’nun komşusudur ve pek tekin biri de değildir. Zalim ve ahlakiaçıdan çürümüş bir karakterdir, eski kız arkadaşını ölümüne dövmesinden anlaşılacağı üzere. Sevgilisine şiddet uyguladığı için de başta sevgilisinin abisi olmak üzere Araplarla düşman olmuştur. Raymond, Meursault’yu kullanarak sevgilisinden intikam almak ister. Meursault’nun, Raymond karakteriyle olan ilişkisi, kendi kayıtsızlığını daha da gözler önüne serer. Raymond’un talebi üzerine Meursault onun lehine ifade verir ve bu olayların sonunda bir Arap’ı öldürmesine de bir bakıma Raymond’la olan ilişkisi yol açar.
Meursault karakterinin öldürdüğü “Arap”, Raymond’un düşman olduğu çetenin üyelerinden biridir. Bu güruh,Raymond’a kin beslemekte ve ona bir bedel ödetmek istemektedir.
Marie ise Meursault’nun “sevgilisidir”, her ne kadar ana karakter Marie’yi öyle tanımlayamasa da. Genç, güzel ve hayat dolu bir kadındır. Meursault’nun ilgisizliğine rağmen onunla evlenmek istediğini birkaç kez dile getirir. Ancak Meursault, evliliğe de bir anlam yüklemez ve ona şöyle cevap verir. “Eğer istiyorsan,evlenebiliriz.”
Bu sahne, Meursault’nun aşk ve bağlılık gibi kavramlara da kayıtsız olduğunu gösterir. Marie, Meursault’nun mahkum edilmesinden sonra ondan uzaklaşır, daha doğrusu “evli”olmadıkları için mahkeme ikisinin daha fazla görüşmesine izin vermez, bu da toplumsal normların dışına çıkılamayışının başka bir örneğidir.
Eserin temalarını ele almak istiyorum şimdi: toplumsal yabancılaşma, absürdizm, varoluşçuluk, ahlak ve adalet sistemi, ölümün kaçınılmazlığı. Bu gibi konular üzerinden bireyin toplumla çatışmasını işler Camus. Meursault,toplumun dayattığı normlara uymayan, duygu ve düşünceleri geleneksel yargılara ters düşen bir karakterdir. Toplum, insanların belirli olaylara belli tepkiler vermelerini bekler. Ancak Meursault, annesinin ölümüne üzülmez,Marie’nin aşkına heyecan duymaz, zira Marie sadece güzel bir yüz ve sıcak bir bedenden ötesi değildir onun için. Aynı zamanda işinde “gereken” hırsı göstermediği için patronunu da oldukça şaşırtır. Hatta ve hatta, karakter kendi ölümüne dahi kayıtsızlığını korumaktadır.
Annesinin ölümüne verdiği tepkiler,ölüm karşısındaki umursamazlığını ve toplumsal yas ritüellerine olan duyarsızlığını gösterir. Mahkeme sürecinde de bütün bu yabancılaşmalar derinleşir. Zira “herkes” ona karşıdır ve kendiyle başbaşadır. İşlediği suça değil, annesinin cenazesinde verdiği tepkilere, hademenin “böyle acılı bir günde” ona ikram ettiği sütlü kahveye odaklanılır yargıç tarafından mahkemede.
Karakter, hapishanedeyken bile, içinde bulunduğu durumu değiştirmeye çalışmaz. Avukatının gösterdiği çaba umrunda değildir. Hatta avukatının “canla başla” hazırlamaya çalıştığı ve karaktere de “ben” diyerek başlayarak yaptığı savunma provalarına, kendisi yerine kendi adına avukat konuşuyor diye sinir bile olur. Bu mücadele ilgisizdir onun için. Böylece, ölümüne karşı tepkisizliği ve kabullenişle birlikte de kendi varoluşuna bile yabancılaşabileceğini gösterir insanın.
Meursault’nun , ve aynı zamanda Camus’nün, felsefesi, hayatın anlamsız olduğu ve hiçbir şeyin değiştirilemeyeceği üzerinedir. Olayları olduğu gibi kabul eder, geleceğe dair bir umut veya plan beslemez. Meursault’nun çoğu basımda kitap arkasına da yazılmış olan şu ünlü sözü, bu yabancılaşmayı en net biçimde gösterir: ‘’Herkes bilir ki yaşamaya değmeyen bir hayatı yaşıyoruz.’’
Camus, varoluşçulukla yakın ilişkili olan absürdizm kavramını geliştiren kişidir. Absürdizm,insanın anlam arayışının evrenin kayıtsızlığı karşısında nafile olduğunu vurgular. Meursault, varoluşçu bir kahraman olarak, hayatın anlamdan yoksun olduğunu ve bireyin bunu kabullenmesi gerektiğini savunur. Toplumun anlam yüklediği kavramların geçersiz olduğunu çoktan fark etmiştir. Romanın sonunda da kucaklar absürdünü: ‘’Ölüm,kaçınılmaz olduğu için korkmam gereksizdi. İçimdeki her şey ölümü kabullenmeye hazırdı.’’
Camus’nün diğer bir eseri olan Sisifos Söyleni adlı felsefi metinde, Sisifos’un sonsuz bir döngü içinde kayayı dağa yuvarlamasının anlamsızlığı vurgulanır. Ancak Sisifos bu kaderi kabullendiğinde özgürleşir. Benzer şekilde Meursault karakterinin de, hem kendi absürdünü hayat boyunca kabullenişi hem de ölümü kabullenişi, gerçek anlamda özgürleşmesi demektir.
Meursault’nun romanın sonunda hapishanedeki papaza verdiği yanıt da, onun inanca karşı duruşunu da net bir şekilde göstermektedir: “Tanrı’ya inanmayı reddediyorum. Çünkü dünya benim için bir anlam ifade etmiyor.”
Meursault, dine sığınmaz ve ölüm karşısında kendi “doğrularından” ödün vermez, boyun eğmez. Kendi inançsızlığında da bir özgürlük bulur.
Romanın en güçlü yönlerinden biri, ölümün kaçınılmazlığını karakterin nasıl kabullendiğidir. Başlangıçta ölümü gündelik, sıradan bir olay gibi gören Meursault, romanın sonunda kendi ölümüyle yüzleşir ve bunu tam anlamıyla kabul eder. İlk başta ölüm önemsizdir onun için. Ancak kendi ölümüyle yüzleştiğinde, ölümün herkes için kaçınılmaz bir son olduğunu iyice fark eder. Hapisteyken geçmişini, anılarını ve hayatı birden önemsemeye başlar. Son sahnede ise ölümü neşeyle karşılar: ‘’Ölümümü mutlu bir şekilde kabul ettim. Hayatın bir anlamı yoktu ama bu beni korkutmuyordu.’’
Bu bölüm, kanımca Camus’nün felsefesinin de zirve noktalarından biridir. Meursault, bütün bunları reddetmek yerine kaderini ve ölümünü kucaklar, son anında bile huzurlu olacağının bilincindedir.
Benim için önemli olan son bir noktaya daha parmak basmak istiyorum yazıyı bitirmeden önce: Meursault’nun anne ile olan paralelliği.
Meursault, kitapta aslında sanıldığı ve gözüktüğü kadar annesine “kayıtsız” olmaktan çok, onun ölümüne, daha doğrusu “ölüm” bilincine karşı farklı bir bakış açısındadır. Kayıtsızlığı aslında bir tür “sakin kabulleniş”tir.
Romanın bazı yerlerinde olur olmadık aklına gelir Anne, Meursault’nun. Romanın sonuna doğru ise karakter, annesinin ölmeden önceki durumunu kendisiyle bağdaştırır. Onun yaşamın son anlarını “yeniden başlıyormuş gibi”yaşadığını düşünür ve anneye hak verir. Huzurevinde, yaşlılarla birlikte ve her an ölüme yakınken arkadaşlar edinmesi, hayatı sevmesi ve Perez isimli huzurevi sakiniyle aşk yaşaması Meursault’ye birden çok anlamlı gelir ve anneyi anlar. Anneyi anladığı gibi, iç huzuru da paralel bir şekilde yükselmeye devam eder. Bu bağlamda annesini düşündüğünde, ona daha yakın hale gelir.
Bu da benim fikrimce şu anlama gelir: Meursault, annesini hayatın anlamsızlığını kabullenmiş ve buna kucak açmış biri olarak görür, artık kendisi de aynı sonuca ulaşmıştır ve ona dair içgörüsü derinleşmiş vaziyettedir. Romanın başında ona tamamen bir yabancıymış gibi gözüken annesi, ölümle yüzleştiğinde onun bir yansıması haline gelir.
Dolayısıyla, Meursault’nun anneyi “olur olmadık” yerlerde düşünmesi ve bazen annenin ona söylediği sözleri anımsaması, aslında onun toplum tarafından yargılandığı gibi annesine karşı “duygusuz ve kayıtsız” olmadığını da göz önüne serer. Hatta, annesiyle derin bir bilinçdışı bağ kurduğunu da gösteriyor olabilir bunlar. Başlangıçta annenin ölümüne duyarsız gibi görünse de, roman boyunca belirli anlarda annesine dair düşünceler zihninde belirir. Bu durum, onun anne figürüyle olan ilişkisinin sanılandan daha “derin”, aynı zamanda da “karmaşık” olduğunu düşündürür okura.
Sonuç olarak, Meursault’nun hikayes, yabancılaşmayla başlar ve absürdün kabullenilmesiyle sona erer. Başta toplumdan, duygularından ve varoluştan kopuk bir figür olarak görünse de, romanın sonunda gerçek özgürlüğe ulaşır. Yargılanma sebebi olan “kayıtsızlık”, ölüm karşısında kullandığında en büyük zaferi haline dönüşür.
Camus, Yabancı aracılığıyla okura, hayatın bir anlamı olup olmadığını, toplumun ahlaki değerlerinin bireyi mutlu edip edemeyeceğini, ölümün kaçınılmazlığına karşı nasıl bir tavır takınılması gerektiğini ve yabancılaşmanın birey için gerçekten ne ifade ettiğini sorar.
Camus’nün felsefesi karakterin ölümü kucaklamasıyla son golünü de atar okura: Hayatın anlamı yoktur ve bu yüzden de, kendi özgürlüğümüzü kendimiz yaratmalıyız.
Bu yüzden Yabancı, sadece bir roman değil, modern bireyin anlam arayışı karşısında verdiği bir cevaptır da. Meursault, toplum için bir “yabancı” olsa da, kendisi için tam anlamıyla özgür bir insandır.
Ünlü Rock gruplarından The Cure da romandan ve karakterden oldukça etkilenmiş, Meursault’nun gözünden,romandaki olaylara atıflarda bulunan şarkı sözleriyle “Killing an Arab” isimli bir şarkı yazıp bestelemiştir.