YÜZ KARASI
Bir zamanlar sefil bir kasabada yaşayan genç, hayatın yüklerini sırtlamış bir haldeydi. Fakat bu yükler maddi zorluklardan çok, ruhsal bir boşluktan kaynaklanıyordu. Ellerinden her iş gelen, becerikli bir gençti. Bu yeteneklerini ise geçmişinin topraklarında, amcasıyla geçirdiği vakitlere borçluydu. Ancak yaşadığı sıkıntıların kaynağı, gözle görülür bir zorluk değildi. Geceleri uykuya dalmakta güçlük çeker, karanlık düşüncelerin kucağına düşerdi. Derin bir huzursuzluk içindeydi ve bu ruhsal çalkantıların sebebini anlayamıyordu.
Hayatı, karmaşık değil, basitti. Lükslerden uzak, mütevazı geliri olan biriydi. Her gün işten dönüp, ahşap masasının başına geçerdi. Özenle hazırladığı bir dilim kuru ekmek ve yanında sıcacık bir kâse lapasıyla beslenir, bu durumdan hiç şikayetçi olmazdı. Basit mutluluklarla yetinirdi. Ancak tüm bu sadeliğe rağmen içindeki boşluk her geçen gün daha da büyüyordu. Yorgun bir halde yatağına uzanırken ruhu karanlık bir denizin içinde kaybolurdu.
“Artık yaşamaktan zevk almıyorum,” diye mırıldandı genç, iç dünyasının karanlık köşelerinde dolaşırken. “Niçin böyleyim, neden böyleyim?” diye sordu kendi kendine çaresizce cevap ararken. Sağlıklı bir bedeni ve düzenli bir geliri vardı, bu hususta şükretmekteydi. Ancak, yaşadığı bu acıyı anlamakta güçlük çekiyordu. Geceleri uykuya daldığında, karanlık bir akrebin zehrini yayması gibi, ruhunu uyuşturuyor ve boğuyordu. “Tanrım, sana yeterince ibadet etmiyor muydum? ” diye sorguladı iç sesi. “Bunca nimete rağmen şükranlarımı sunuyorum sana, ama acaba bu yeterli mi?” diye düşündü, dualarının yankısı sessiz odasında yankılanırken.
Derdiyle boğuşan genç, her geçen gün işlerinin sekteye uğradığını fark etmeye başladı. Düşünceleri, derin bir çıkmaza sürüklemekteydi onu. Artık işlerini yapamaz hale gelmişti, dalgınlığı neredeyse tüm yaşamını etkiliyordu. Tıknaz balık suratlı patronu bu durumu fark edip artık işe yaramaz hale gelen genç adamı işten çıkardı. Genç, ruhsal sıkıntısının verdiği zorluklarla baş etmeye çalışırken bir yandan da işinden atılmanın etkisiyle mahvolmaya başlamıştı.
Bugüne kadar sorunlarıyla baş etmede başarılı olmuştu, ancak o gün, diğer insanlar gibi davranarak bir meyhane yolunu tutmaya karar verdi. İşinden atıldıktan sonra genç, meyhaneye doğru yöneldi. Ancak şimdiden burnuna gelen keskin anason kokusu onu rahatsız etmişti. Meyhaneden kovulmuş fareleri andıran insanlar da midesini bulandırıyordu. Bir an duraksayıp sorgulamaya başladı.
“Gerçekten bu meyhane yolculuğunu istiyor muyum?” diye düşündü genç, iç sesinin yankılandığı odada. “Herkesin yaptığı gibi, dertlerimi içerek mi çözmeliyim?” diye sorguladı kendi iç dünyasını. “Ama eğer işe yararsa? Onlar içtikçe mutlu oluyorlar, belki de benim de ihtiyacım olan budur.” diye geçirdi içinden. “Tanrı bana küsmüş durumda, bir süre onu yalnız bırakmam iyi olacaktır belki de” diye düşündü, iç sesinin sakinliğiyle birlikte.
Sözcüklerini zihninde sarf ettikten sonra meyhanenin aşınmış ahşap kapısının topuzundan tutarak içeri adımını attı. İçeri girdiğinde karşılaştığı manzara midesini bulandırdı. Güçlü elleriyle burnunu kapatarak gözleriyle meyhaneyi taradı, sonra boş bir masaya doğru yöneldi. Gördüğü manzara insanların adeta cennetten kovulmuş gibi görünmelerinden kaynaklanıyordu. Oturdukları halde dengesini kaybedenler vardı, üzerlerine dökülen yemekleri umursamayanlar, ağızları pis kokan ve çürümüş dişlere sahip olanlar…
Kendisi bir an içinden kibirli bir şekilde, “Domuz ağılına gelmişim gibi iğrenç bir yer!” diye düşündü. Ancak o sırada siparişini almaya gelen hizmetli kadın yanına geldi. Her gün domuz yediğinden mütevellit, kadın şişko bir domuzu andırıyordu. Kilolardan dolayı şişmiş yanakları ve elleri, insanda tiksinti uyandırıyordu. Genç adam ne sipariş edeceğini bilmiyordu, bu yüzden duraksayıp düşünmeye başladı. Tam o sırada siparişi almaya gelen kadın sinirlenmeye başladı ve genç adam iyice telaşlandı. Kadının sabrı tükendikçe, genç adam utandı ve kadına dönerek:
“B-bir tane bira istiyorum. Efendim!” dedi genç, sesi titrek bir halde. Kadın, huysuz ve hoşnutsuz bir biçimde tezgâha giderek siparişi hazırlamaya başladı. Kadının sesi yükseldikçe meyhanedeki diğer insanlar genç adama doğru bakmaya başladılar. Onu artık bir hedef haline getirmişlerdi. Çok geçmeden meyhaneyi bir kahkaha tufanı sarmıştı. Genç adam, sesleri duymasa bile, kendisine güldüklerinin farkındaydı. Kadın istediği birayı getirdiğinde büyük bir ahşap bardak içinde servis edilmişti. Geçmiş yıllarında okuduğu için bu bardağın tarihini biliyordu, ancak asıl mesele bardağın içindeki sıvıydı.
Başını aşağıya eğerek, taze hazırlanmış ve daha asidik görünen biraya baktı. İlk başta kadının onunla dalga geçtiğini düşündü ve içinde ne olduğunu merak etti. Bardağı ağır bir şekilde kaldırarak burnuna tuttu, kokusunu anlamaya çalıştı, fakat nafileydi. İçerek teyit etmek zorundaydı. Bu sırada meyhanede içen insanlar onu seyrediyor ve dalga geçiyorlardı. Üstelik meyhanenin sahibi adam da ona bakarak eğleniyordu.
Genç adam, bu duruma daha fazla katlanamayıp bira dolu olan bardağın kulpundan kavrayarak, bardağı kendi ağzına dayadı ve var gücüyle içmeye başladı. Her yudumda boğazını yakan bira, onu acı bir tattan geçiriyordu ve ilk içişi olduğu için zorlanıyordu, ancak kararlıydı. Bu birayı tek bir dikişte bitirecekti ve ona gülen herkesin saygısını kazanacaktı. Ancak işler istediği gibi gitmedi ve daha yarısına gelmeden elindeki bardağı masaya koyarak içtiği birayı yere kustu. Meyhanede tekrar kahkahalar yükseldi.
Genç adam, buna daha fazla katlanamayıp oradan çıkmak istedi. Birkaç gümüş bırakarak hızlı bir şekilde meyhaneden ayrıldı. Akşam olmuştu ve içinde büyük bir utanç duyuyordu. Dudaklarında biranın yakıcı yapısı ve kokusu hala duruyordu. Evine doğru koşuyordu, kendi varlığından utanıyordu. Koşusu, bir kediyi kovalayan fare gibi çılgınca ve panik içindeydi.
Evine vardığında derin bir iç çekti ve kapısını mühürledi. Ardından hemen yatak odasına geçerek göz yaşlarına hâkim olamadı. Masasında duran mumu yaktı ve penceresinden ayı seyretmeye başladı. Ancak pencereden gelen rüzgâr mumu söndürdü. Genç adam, artık Tanrı’nın kendisini sevmediğine ve hayatında bir daha hiçbir şeyin iyi gitmeyeceğine inanmaya başladı. Yatağında duran yastığını ve üzerine örtündüğü ince kumaşı yere fırlattı, derin bir çaresizlik ve varoluşsal sancılar eşliğinde gece boyu ruhuna ızdırap çekti. Bu durumu gören Tanrı, genç adama üzülüyordu.