YASIN SON EVRESİ
Her insanın acıyla başa çıkma yolu aynı değildir. Kimisi acısını gülüşüne saklarken kimisi ise öfkesiyle gizler. Ben öfkesiyle gizleyenlerdendim. Acım öfkeye, öfkem acıya dönüştü.
Öfke insanı canlı tutar, yaşadığını hissettirir. Yaşadığımı hissediyorum. Yıktığım duvarların arasında, kırılmış tabloların pençesinde, ayak tabanımı parçalayan o vazonun kırık parçasının verdiği sızıyla yaşadığımı hissediyorum.
“Üzülme artık, değilsin yalnız.”
Bazı söylenen söyler yalandır. Yalan olduğunu bildiğin halde doğrudur. Doğru olmasını istediğin için giydirirsin o gömleği. Bembeyaz bir gömlek, ne de yakışır ruhuna. Beyaz olmayan o beyaz gömlek bir inci gibi parlar. Korktuğunu sen de biliyorsun. Bundan hiçbir şey olmayacağını sende biliyorsun. Pes edecek kadar gücü kendinde bulamıyorsan eğer durma, yap! Kurtul o gömlekten.
Çatlamış şarap şişesi ilişirken gözüme, hiç düşünmedim bardağa doldururken o kırmızı kanı. Bu kaosu kutlamak için iyi bir seçenekti. Darmadağın olmuş salonun ortasında paramparça olan eşyalar mıydı yoksa ben miydim? Sadece bir saat, sadece bir saat önce sarmaş dolaş yatıyorduk şu koltukta. Şimdi ise koltuğun başına saplanmış koca bir bıçak duruyor orada sadece. Koltuk örtüsü yere atılmış, minderler odanın dört köşesine sinmiş korkudan.
O lanet olası telefon çalmadan önce, tam da filmin en romantik yerinde tutkuyla öpüyordu beni. O filmden de öpücüğünden de midem bulanıyor. Bir yudum bile almadığım şarabı tek nefeste içip hışımla fırlattım bardağı televizyona. Ekranda oluşan çatlak tuhaf bir cızırtıya sebep oldu. Güzelim şarap şişesini duvarda kırdığım için beyaz duvarım kana bulanmış haldeydi.
Durdum ve etrafıma baktım. Kendi ellerimle yaptığım tablolarımı bile parçalamıştım. Öfkeden deliye dönmüş bir boğa gibi saldırdım etrafa. En çok da o şerefsizin bir yerlerini kıramadığım için üzülüyorum. İntikam istiyorum. Deli gibi intikam almak istiyorum. Aldatıldığını kolayca sindirip atan ve günlerini ağlayarak geçiren o ahmak kadınlardan olmak istemiyorum. Vücuduma bıraktığı her öpücüğün bedelini ödetmek istiyorum.
Kendimi hiç bu kadar aptal hissetmemiştim. Gözümün önündeki şeyleri görememiştim. Resmen kör olmuş aptal bir âşıktım. Öfkeliyim ama en çok kendime öfkeliyim. Dün dizlerinin üzerine çökerek elinde kadife bir kutu tutan adam, aynı günün gecesinde en yakın arkadaşımın üzerinde gezdirdi o elini. Fotoğrafları gördüğümde yutkunamadım. Kulaklarım uğuldadı. Zemin ayaklarımın altından kaydı. Suratıma aval aval bakarak “Bir sorun mu var hayatım? İyi görünmüyorsun,” demesi sinir katsayımı en üst safhaya çıkardı.
Bir süre tepkisiz kaldım. Endişelenmiş görünüyordu. Pencerenin yanında, yarı çıplak bir şekilde şehri seyrederek şarabını yudumluyordu. Boydan boya uzanan o pencereye yapıştırdığı yüzüm aklıma gelince kusmak istedim. İçi boş olan kafasını açıp midemde ne var ne yoksa kusmak istedim. O an öfkeden yüzümün kıpkırmızı olduğuna yemin edebilirim.
Delirmiş bir şekilde elimdeki telefonu hiç düşünmeden ona fırlattım. Iskaladığımın farkındaydım. Sadece korkutmak istedim. Telefon, camı kırıp metrelerce yükseklikten aşağı düşerken hışımla ona doğru yürüdüm.
“En yakın arkadaşım! Bu aptal şehirdeki tek arkadaşım! Aldatacak başka birini bulamadın mı?” derken göğsünü yumrukluyordum. Pencereye çok yakındık. Bir an için aşağı düşmesini istedim ve onu var gücümle ittim. Oldukça dayanıklıydı, sadece geriye doğru sendeledi ve ayakta kalmayı başardı.
“Hayatım neler diyorsun sen? Yok öyle-“ cümlesini tamamlamasına izin vermeden sağ avuç içimle ona sağlam bir tokat attım.
“Yok öyle bir şey, öyle mi? Göstereceğim ben sana yok öyle bir şeyi.”
En son hatırladığım cümlem buydu. Hemen ardından elime ne geçerse fırlatmaya başladım. Masada duran vazoyu, bana aldığı çiçekleri, parmağımdaki yüzüğü, şarap şişesini, yastıkları, kahve fincanını, şifonyerin üzerindeki resimleri, bibloları, duvardaki tabloları, televizyon kumandasını, okumam için verdiği kitapları, Hollanda gezimizde aldığımız seramikleri, koltuğun önünde duran masadaki yemek artıklarını ve elime geçen diğer her şeyi…
İçim bir türlü soğumadı. Kelimelerim hıçkırıklarıma karıştı. Gözyaşlarım sel oldu. Bana durmadan “Sevgilim açıklamama izin ver. Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun. Bu bir hataydı, tekrarlanmayacak,” gibi cümlelerle sakinleştirmeye çalışıyordu ama nafileydi. Artık onu karşımda görmeye dayanamadım. Ya bu evden gidecekti ya da onu şuracıkta öldürecektim.
Giyinmesine fırsat bile vermeden kapı dışarı ettim onu. Bir süre gitmedi. Kapıyı açmam için yalvardı. Onu görmezden geldim. En sonunda pes etti ve bana asla hak etmediğim çirkin sözler söyleyerek çekip gitti.
Şimdi ise elimde, yarısı çatlamış bir şarap şişesiyle koca salonun ortasında öylece dikiliyorum. Usul usul pencerenin önüne kadar yürüdüm. Telefonu fırlattığım yerin sol tarafına oturup dizlerimi kendime çektim. Şişeyi hala sıkı sıkı tutarken kırık camdan içeri giren soğuk havayla ürperdim. Rüzgâr saçlarımı dalgalandırırken sakinleştiğimi hissettim. Öfkem geçmemişti ama bir süreliğine yas tutmam için beni serbest bırakmıştı. Derin bir nefes aldığımda daha aldığım nefesi veremeden hıçkırıklara boğuldum. Başımı dizlerime gömdüm ve avazım çıktığı kadar bağırarak ağladım. Ağladıkça sakinleştim. Yas tuttum ve kabullendim. İnkâr ettim bir süre. Bunun yalan olmasını, o fotoğrafların gerçek olmamasını diledim. Yasın tüm evrelerini tek bir anda yaşadım.
İnkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme. Çoğu insan için yasın beş evresidir. Çoğunlukla son evrede yas biter. Fakat bazen evreler birbirini tekrarlayabilir. Vücudumun her bir zerresi son bir evre daha eklemek istiyordu bu sürece. Adına da “intikam” denilen şeydi bu. Bir yarış değildi ya da bir ödül, bu sadece tatminlik arzusuydu. Son evre için yanıp tutuştu bedenim. Önceleri iyi bir fikir olduğunu düşündüm. Onun mutsuz olması için elimden geleni yaptım. Adeta bir kara kedi gibi, lanetli bir gölge gibi izledim onu, aralarına girdim. İkisinin de mutlu olmasına izin vermedim. Başarım da, canımı yaktıkları kadar yaktım canlarını ama sonra bir şey oldu. Mutlu olurum sanmıştım. Üzerimden büyük bir yük kalkar ve rahatlamış hissederim sandım. Öyle olmadı.
Asıl ahmak olan bendim. İntikam peşinde koşmak yerine hayatın bana sunduğu nimetlerden faydalanabilirdim. Hayat bana bir limon verirse ondan bir limonata yapardım ama ben bütün limonlar kuruyuncaya dek vaktimi boşa harcadım. Leziz bir limonatanın tadından mahrum kaldım. Kim bilir, belki de limonatamı paylaşacak yeni dostlar, sevgililer bulurdum.
Her insanın acıyla başa çıkma yolu aynı değildir. Acıya teslim olmak yapılabilecek en büyük ahmaklıktır. Yaşadım derken en dibe batmaktır. Acı, bizi biz yapan şey değildir. Acıya verdiğimiz tepkidir bizi biz yapan.
Yasın son evresini hatırlamak, kabullenmek ve unutmayı dilemek gerek.
Unutmak bir lanettir. Unutarak lanetlenmek gerek.