SON GÜL

“Senin için kalemimi kırsam,” dedi. “Parçalarını toplamak için kendi canımı feda ederim.”
İnanmak istedim. Her insanın ihtiyaç duyduğu gibi birine, onun sözüne inanmak istedim.
“Parçalarını toplamak yerine hiç kırmam demiyorsun. Kırabilirsin ama kırmamaya cesaret edemezsin.”
Sigaramı söndürüp ayağa kalktım. Kısa kıvırcık saçlarım rüzgarın etkisiyle yüzüme gelmeye başladı. Ufak da olsa rahatsız oldum. Saçımı neden açık bırakmıştım ki?
“Gitme! Gitme yine Verda. Gel konuşalım, gel çözelim. Verd-”
Yüzümde ufak bir gülümseme belirdi. Gökyüzü ufak ufak benim yerime ağlamaya başlamıştı. Koskoca gökyüzü, içimdeki çocuk için küçücük kalmıştı, kalbi kırılmıştı.
“Üzgünüm, insanlar konuşabilir sadece.”
Aniden yüzü sertleşmişti. Gökyüzü korkmuştu. Gökyüzü gerilmişti. Ama ben küçüklerle ilgilenmesini bilmezdim ki. Ne ben ona dokundum ne de o bana yaklaştı.
“Sen ne demek istiyorsun Verda?”
“Beni insan yerine koymamandan bahsediyorum Ateş. İsmin gibi beni yakıp tanınmaz hale getirmenden.”
Arkamı döndüm ve yürüdüm. Üstümde bana bir beden büyük gelen kabanım, etrafa doğru uçuşan saçlarım ve gökyüzüyle beraber yürüdüm. Topuklu ayakkabım yürümeyi zorlaştırsa da yürüdüm. Birilerine çarpsam da yürüdüm. Durmadım. Ayağım takıldı, tökezler gibi oldum, yeri geldi koştum, yeri geldi o kadar minik adımlar attım ki gökyüzüyle aynı yürüyordum. Kaçmak istediğimle aynı anda, aynı hızla yürüyordum. Canımı sıkıyordu, daha da kötüsü o da Ateş gibi yakıyordu. Yanmaktan korkan kız çocuğu kor ateşlerde ölüyordu. Ölmekten beter hale geliyordu. Onun için üzülüyordum. Ben bu ateşlerle yaşayabiliyordum ama o ateşlere alışık değildi.
Nereye geldiğimi bilmiyordum ama tüm Ankara artık ayaklarımın altındaydı. Koskoca şehir de karanlığa gömülmüştü, suskundu. Olduğum yere çöktüğünde fark ettim ne kadar yorulduğumu. Gökyüzü hâlâ ağlıyordu. Ondan kurtuluş yoktu. İnsan kendi benliğinden kaçmaya çalışır mıydı? İnsan kendi semasında, kendi simasıyla yüzleşebilir miydi?