SANRI
Kararımı verip şehir yaşamını geride bırakıp dedelerimden kalma balıkçılık mesleğini sürdürmek için köye yerleşmeye karar verdim. Köy neredeyse yaşamayan, az sayıda yaşlı insanın yaşadığı bir yerdi. Bir teyze ile anlaşma yaparak köyde kalabileceğim bir kulübe buldum. Ona tuttuğum balıklardan getirecektim ve karşılığında nehre yakın bir kulübede konaklama hakkı elde ettim. Anlaşmayı yaptıktan sonra köyden çıkıp kulübeye doğru yola koyuldum.
Kulübe köyden biraz uzakta, ancak yine de ulaşılabilir bir konumdaydı. İhtiyacım olduğunda köye ulaşmak için 20 dakikalık bir yürüyüş yapmam gerekiyordu. Köyden çıktığımda ise karşımda orman vardı. Orman sağlıklı ve bakir görünüyordu, hiçbir ağaca zarar verilmemişti. Ancak bu ormanın korkutucu bir ünü vardı.
Zamanında dedelerimin yaşadığı köyde dolaşan bir efsaneye göre, gece yarısı ayın tam tepesinde, zifiri karanlıkta nehir parlıyormuş. Bu ışık, ulvi bir varlığın ortaya çıkmasını sağlarmış. Kadının alt bedeni bir balığın yüzgecini andırırken, üst bedeni bir insanmış. Bu kadın, ormana ve nehre zarar verenleri cezalandırırmış. Onları büyüleyerek nehre çeker ve boğarak öldürürmüş. Cesetler asla gün yüzüne çıkmazmış. Bu efsane, köy halkı arasında bir uyarı olarak dolaşıyor ve zamanında köy halkı bu uyarıları ciddiye alırmış.
Orman boyunca sıralanan ağaçlar biraz ürkütücü olsa da doğayla bütünleşmek içimi ferahlatıyordu.
Ağaçların arasında yuva yapmış kuşlar şakıyordu, yeni açılmış gözleriyle dünyayı gözleyen yavrular ise annelerini bekliyordu. Burası, gerçekten yaşamın hissedildiği bir yerdi. Ormanı geçtikten sonra kulübenin ahşap duvarları gözüme çarptı. Oldukça yakındaydı ve yanında insanı kendine çeken bir nehir vardı. Hızla kulübeye doğru ilerledim ve kısa bir süre sonra içine girdim.
Kulübe, ağaçların hemen önünde yer alan nezih bir yapıydı. Tamamen ahşaptan yapılmış olması, dokunulduğunda farklı bir his veriyordu. Kapısını açıp içeri girdiğimde, hemen sol tarafta bir duvar boyunca uzanan bir tezgâh bulunuyordu. Kapının sağında ise küçük bir şömine ve arkasında bir yatak vardı. Çift penceresi, biri doğuya diğeri batıya bakacak şekilde yerleştirilmişti. Tasarımı oldukça kaliteli ve muazzamdı, ancak bazı ahşap yüzeyler aşınmış veya doğadaki hayvanlar tarafından tahrip edilmiş gibi görünüyordu.
Başımı dinlenmek için koyacak bir yer bulduğumda, önce çantamdan oltamı ve yemlerimi çıkarıp tezgâha koydum. Ardından rahat çarşafımı alıp yatağa serdim ve küçük yastığımı baş ucuna yerleştirdim. Büyük eşyaları düzgünce yerleştirdikten sonra, hayatta kalma ekipmanlarımı düzenlemek için bir sonraki adımları düşünmeye karar verdim. Yorgunlukla başımı yastığa koyarak gözlerimi kapadım ve dinlenmeye çalıştım.
Gözlerimi araladığımda, ay ışığının kulübenin içine süzüldüğünü gördüm. Saat oldukça geç olmuştu ve rüzgâr esmeye başlamıştı, üşüyordum. Yatağın hemen altındaki şömine için bulunan kütüklerden birkaçını alarak şöminenin içine attım. Ardından kapıyı kapattım ve kibrit yardımıyla tutuşturduğum ateşi yakarak, tüm gece boyunca beni ısıtmaya yetecek bir alev elde ettim. Çantamda sakladığım mumları çıkarıp tezgâha koydum, onları da yakarak loş bir ortam yarattım. Ancak en güzel manzara dışarıdaydı, bu yüzden kalın bir giysi giyip kulübeden dışarı çıktım.
Nehir, akıntısının şiddetiyle kıyıya çarpan suyun sesiyle doluydu ve insan, doğanın içinde kendini hissediyordu. Yanan kütüklerin çatırdaması da sakinleştirici bir etkiye sahipti. Balık avlamak için hazırlık yaparken, Ay’ın eşsiz görüntüsü insanı sarhoş ediyordu. Doğanın sesleriyle birleşince ortaya muhteşem bir melodi çıkıyordu. Nehrin kıyısına geçtim, oltamı sallayarak nehrin tam ortasına isabet ettirdim. Balıkların gelmesini beklerken, doğanın büyüsüyle kendimi adeta kaybediyordum.
Oltam suyun etkisiyle neredeyse bulutların üzerinde süzülen bir leylek gibi dalgalanıyordu ve çok geçmeden bir balık oltama takıldı. Hızla oltama asıldım ve gerçekten güzel bir balık yakalamış olmanın sevinciyle kulübeye dönüp bir kova alarak balığı nehirden suyla doldurup içine koydum. Canlı kalması için bir süre daha beklemeliydi, çünkü balık tutmaya devam edecektim. Tekrar oltamı hazırlarken, nehrin tam ortasında bir kayanın üzerinde bir insan silüeti belirdi.
İlk başta bu manzarayı hayal gücümün ürünü sandım, ancak silüet zamanla daha net hâle geldi. Bu, efsanelerde anlatılan varlıktı. Gerçek olduğuna inanmak istemedim, ama karşımda duruyordu, tam olarak anlatıldığı gibi. Gözlerime inanamıyordum, ancak o benim önümde duruyordu, göz kamaştırıcı güzelliğiyle. Alt bedeni pullardan oluşuyordu, üst bedeni ise insanı anımsatıyordu. En çarpıcı detay ise yüzüydü; yeşil saçlar, nehir kadar berrak gözler ve kusursuz bir burunla süslenmişti. Kusursuzluğun bedensel bir hâli gibiydi ve beni büyülemişti.
O, savunmasız gibi görünen beyaz kollarını havaya kaldırarak beni çağırdı. Kendimi çekilmez bir güzellikle büyülenmiş gibi hissettim. Ona doğru yüzmeye başladım, her kulaçta daha da güçleniyordum. Ancak birden aklıma efsanelerde anlatılanlar geldi, bu kadın bir tehlike olabilirdi. Yüzme hareketlerimi durdurdum ve korkuyla nefes aldım. Birdenbire, kadını gözden kaybettim. Bedenim korkuyla titremeye başladı, tam sırtımda bir dokunuş hissettim. Gözlerimi açtığımda, nehrin ortasında tek başıma kalmıştım.
Korkudan titreyen bedenime hâkim olamıyordum. Tam o sırada, tekrar sırtımda bir dokunuş hissettim. Eller, öylesine hafif ve sessizdi ki neredeyse hissedilemezdi. Ardından tüm bedenimi saran eller olduğunu fark ettim. Ölüme doğru sürükleniyordum ve son gördüğüm şey, yansıyan Ay’ın parıltısıydı. Gözlerim yavaşça kapanırken, sadece karanlığın kucağında kaybolup gittim.