Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Afyon 34°C
Parçalı Bulutlu
Afyon
34°C
Parçalı Bulutlu
Sal 32°C
Çar 30°C
Per 32°C
Cum 32°C

ÖRGÜDEN BEBEK – 1. BÖLÜM

ÖRGÜDEN BEBEK – 1. BÖLÜM
13 Haziran 2025 20:50
86
A+
A-

Koridorda yankılanan bir çift topuklu sesi, yangın merdiveninden gelen sigara kokusu, dökülmüş duvar boyası, dışarıdaki renksiz tabloyu yansıtan ruhsuz pencereler… Her parçasıyla 2025 yılının sıradan bir lisesiydi. Şimdiki sessizliğinin aksine, normalde bir sürü vukuata şahitlik ederdi bu duvarlar. Şimdiyse bir ölüm sessizliğine bürünmüş gibiydi. Yavaş adımlarla merdivenlere doğru ilerledi. Bu kasvetli ortamdan bir an önce kurtulmak istiyordu. Telefonunu açıp saate baktı, ekranında kedisi Soleil’i görmek onu bir nebze olsun mutlu edebilmişti. Ruhundaki ateşe damlalar serpiştirmişti.

 

Adı gibi bir gün ışığıydı Soleil. Hayatının şimdiki evresinde ona eşlik eden en yakın dostuydu, küçük kızıydı. Sokaktan, ölmek üzereyken kurtarmıştı bu turuncu miniği. Zamanla en yakını oluvermişti. Merdivenlerden yavaşça inerken duvarlardan destek alıyordu. Aslında üzerlerinde ayak izleri de dahil her türlü kirliliği barındıran bu duvarların genç kadından destek alması gerekiyordu. Masum bir liseydi aslında, içindeki fidanlar da öyleydi ama…

 

Derin bir nefes aldı, yürümeye devam ederek sonunda okulun bahçesine çıkıp kendini eski tahta banka attı. Üzerinde “Esenyurt Belediyesi” yazan bu bank da renksiz geliyordu gözüne. Sanki biri gelip bu dünyanın tüm renklerini bir sigara gibi içmiş, dumanını da biz insanlara üflemiş gibiydi. Öyle ruhsuz, öyle boğucuydu her şey. Masum çocuklar bile. Nitekim o gün de öğretmenler odasında yaptıkları toplantıda bu konuşulmuştu.

 

Okulda öğrenciler arasında yaşanan olaylar ve kavgalar. Kavgalar yine alışıldık bir hal almıştı tabii ama ciddi yaralanmalar, onun içindeki ruhu söndürüyordu. Bankta otururken tek yapabildiği etrafı dikkatlice inceleyebilmek oldu. O lisede daha iki gün önce bir genç kız yaşıtı olan biri tarafından katledilmişti. Bunu hatırlayınca kanı yeniden çekildi, boğazındaki yumru nefesini kesti. Nefes alabildiğindeyse ani bir hıçkırıkla ağlamaya başladı. O ıssız bahçenin ortasında tek duyulan ses 30’lu yaşlardaki o kadının acı hıçkırıklarıydı. Bir süre öylece ağladıktan sonra toparlanmak zorunda olduğunu hatırladı. Saat geç oluyordu, eve gitmesi gerekiyordu. Daha çekmesi gereken bir İstanbul trafiği vardı.

 

Ağlarken kamburlaşan bedenini doğrulttu ve ayağa kalktı. Bu sırada çantasının kucağında olduğunu dalgınlıktan unutmuştu. Böylece çantası yere düştü ve içindekiler yere saçıldı. Yere baktığında diğer eşyalarından daha çok dikkat çeken bir şey varsa o da çantasının içinden düşen o pembe cep boy, eski defter olmuştu. Arada bir açıp okuduğu anı defterini gördüğünde kasveti bir anlığına da olsa dağılmıştı. Eğilip defteri eline aldı. Kapağında ve sayfalarında titrek parmaklarını gezdirdi. İçindeki dürtü ona eve gitmesini ve yeniden bu çocukluk anılarının içerisinde kaybolmasını söylüyordu.

 

Bu defter çocukken yazdığı tatlı küçük anılarıyla doluydu. O zamanlar Amasra’da yaşayan ve heyecanı üzüntülerine ağır basan küçük bir kızdı. Kadının bu tavrı belki de hastalıklıydı ama bu defteri hep yanında taşıyıp kendini kötü hissettiğinde de açıp okurdu. Şimdi de içindeki dürtü onu bu kitabı okumaya yönlendiriyordu. Tabii bunun için önce hızlıca evine gidip pijamalarıyla sıcak yatağına girerek tütsü eşliğinde güzel bir şarkı açması gerekiyordu.

 

Öyle de yaptı, hızlıca eşyalarını toplayıp koşar adımlarla arabasına ilerledi. Bu külüstürü annesinin yastık altı altınlarından biri ve kendi maaşından arttırabildikleri kuruşlar sayesinde alabilmişti. Kapısı bile zor kapanan arabasına bindi ve kemerini taktı. Kontağı çalıştırıp arabaya gaz verdi ve evine doğru yol aldı. Trafiğin de etkisiyle bir saatlik bir İstanbul yolu çekerek evine vardı. En azından evi sakin bir semtteydi. Bunun için minnet duyabildiği bir dönemde olduğu için kendisine bir süre acımadan edemedi.

 

Kendini eve attığında topuklulardan kurtulup halı yüzü gören ayaklarının sızladığını yeni fark etmişti. Ayaklarını sürüyerek evin içinde ilerlerken tembel kedisine seslendi. Miyavlama arası bir mırıltı duyduğunda sesin geldiği yöne baktı. Sevimli kedisi yatağının üzerine kıvrılmış onu bekler bir vaziyetteydi. Genç kadın da kediyi fazla bekletmeden üstündekilerden kurtulup pijamalarını giyerek her zamanki uyku ritüelini tekrar edip yatağına girdi. Kedisi de hiç istifini bozmamak suretiyle yalnızca genç kadının el hizasına kıvrıldı. Komodine bıraktığı defteri eline alan kadın, diğer eliyle de kedisinin turuncu tüylerini okşamaktaydı. Bu gece ona tatlı mırıltılar ve Mehmet Güreli’nin “Kimse Bilmez” adlı şarkısı eşlik ediyordu. İlk sayfayı açıp okumaya başladı:

"Düşünüyorum, öyleyse yazıyorum."
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.