KÜÇÜK DOSTLARIM
Sayfanın başına tarih atmak isterim fakat bilemem bu baharın kaçıncı yenilgisi…
Yıllar, aylar, haftalar birbirine dolanır durur. Güneşin ardında koşan ay gibi kovalar dururum esas olan yaşamı. Kovalar, kovalar, yakalayamam. Uzaklaşır her şey benden bir bir. Yıldızların eşsiz göğü bırakıp gittiği gibi gider güzel günler avucumun içinden. Bugün evden çıkmayışımın 57. gününe uyandım. Bilemiyorum belki de 59… Kıvrandım durdum boyumu aşan yorganın altına. Ayağım takıldı köşesine. Bir delik daha açılmış iç tarafına. Küçük dostum burada oyun oynamış belli ki. Gözlerim kamaşıyor. Perde açık kalmış olmalı. Rahatsız etti gün görmeyen yüzümü, günün ilk ışıkları. Sertçe çektim ağaran perdeyi. Beni, sıvası dökülmüş bu dört duvarı ve küçük arkadaşlarımı yalnız bırakması manasına gelen bir uyarı mahiyetindeydi bu. Yine de bir umutla bıraktım ucunu. Umut hep vardır nasılsa. Bir ucu elimde kaldı çürümüş perdenin. Güneşten beni korumak için nasıl da savaş vermiş zavallı. Hem benimki de iş mi şimdi? Kırdım, zarar verdim ona. Yaptığım en iyi şeydir belki de, kim bilir?
Nereden bilsin ki, bizim dünyamızda aydınlık günlere yer olmadığını. Ben ve dostlarım bu harabenin karanlığında eşelenir dururuz. Yerde duran eski ve bir hayli kirli olan çamaşırları öteledim bir bir parmak ucumla. Her adımda hırçınlaşan tırnaklarım, canımı yaktı. Mutfağa doğru gittim. Açlığını duyurmaya çalışan içimdeki canavarı susturmak niyetiyle. Örümceklerin kendi krallığını ilan ettiği tezgâhın köşesine ilişti gözüm. Şekilli, süslü bayraklarını asmışlar rutubet kokulu mutfağın köşesine. Güldüm, sırtımı çevirdim. Kenarları pas tutmuş, yılların tabağında kalan son peynir dilimine yöneldim. Son, yeşil peynir dilimi… Dostlarım yemeye koyulmuş bile. Solucanlar bir kısmını, karıncalar bir kısmını, fareler bir diğer kısmını… Bense payıma düşeni alıp çekildim. Sohbetlerinde yer bulamadım kendime. Hem nasıl dost bunlar! Beklememişler bile. Onlar bile beklememiş… İçeri geçmeye karar verdim. Ayağım sertçe bir şeye takıldı. Sızladı kaba parmaklarım. Haftalar öncesinden kalan, insanlığın yüreğine meydan okuyan ekmekten başkası değildi bu. Aldım onu ve peynirimi yerleştirdim tam ortasına. Emanet gibi durdu kuşkusuz. Yemeye koyuldum sersefil, zor da olsa. Bu hengâmeden sıyrılıp içeri geçtim. Canavar susmuştu sonunda. Kafatasımda bir sızı duydum. Kirden birbirine örülmüş, her köşeden başkaldıran saçlarıma attım elimi. Takıldı kaldı zavallı. Küçük dostum da oradaydı. Dost öyle ya! Peynirden ümidini kesip dostunu yemeye karar kılmış olmalı. Savurdum onu! Olmaz olsun böylesi. Musluktan damlayan su zerreciği eşliğinde, yaşamla ölüm arasında gider gelir çaresiz ellerim. Tutsağım bu karanlığa. Benim esaretim bile bir başkadır hem. Bir adım ötedeki aydınlığa varamayan ayaklarım, küflü peynire giderken koşar adım… Bilirim, şu hasta bedenim arsız ruhuma prangadır. Ne gidebilir ne de kalabilir. Arafa saplanır kalır şu ıslak gözlerim. Bir üzerinde gezdiği et yığınına bakar bir de perdenin kıyından aydınlığa. Puslanır etraf. Birkaç damla hüzün dökülür yanağıma. Ay ışığı, içeri girmek için çabalar durur. Nafile… Sayfanın sonuna adımı yazmak isterim. Sahi neydi benim adım?
O gün yoğun kar yağışı nedeniyle gidemedim babamın yanına. Tam üç yıldır olduğu gibi. Bu üç yılın baharı, yazı hiç mi yoktu sanki? Kendimce bahanelerin ardına sığınır dururum. Büyümüş olmalıyım. Ne kadar eğilirsem eğileyim saçım, kulağım görünür oldu. Büyümenin sorumlulukları sırtımda demir dolu bir çuval! Ne zaman o ev gelse aklıma geri geri gider ayaklarım zaten. Ertesi gün yola koyuldum. Vardım umutsuzluğun bahçesine. Her taraf ot çöp! Hem meyve bile olgunlaşmaz bu evdeki ağaçta. Ben ne edeyim? Çaldım durdum kapıyı. Açmadı. Daha sert çaldım. Karşımdaki kapı değildi de benden çaldıklarıydı sanki. Daha da sert çaldım. Vurdum durdum. Uyguladığım kuvvetin belki de öfkenin etkisiyle aralandı kapı. Ağır bir koku karşıladı beni. Kendisi karşılayacak değil ya! Korkar adım girdim harabeye. Yerdeki çöpler, çamaşırlar, tabak, çatal dolandıkça dolandı ayağıma. Kapkaranlıktı ev. Tıpkı ruhu gibi…
Aynı pencere altında otururdu hep. Kendince bir şeyler yazar dururdu. Bakardım gözüne gözüne içimdeki umut kırıntılarıyla. Bakmazdı lakin. Bakacak gibi olurdu bazen. İçimde bir kuş gibi çırpınır dururdu ruhu aç, umut dolu küçük çocuk. Bakmazdı lâkin. Orada buldum yine; solucana, karıncaya, fareye davetiye çıkaran ölü bedenini. Asmış ağır cüssesini işte! Sarımtırak, kalın bir halat vardı boynunda. Kendi krallığını ilan etmiş olmalı ruhu. Zavallı, hasta, iri yarı, kokuşmuş bayrağını da aşmış odanın köşesine. Güldüm, sırtımı çevirdim. Hüzün bile duymadım taşlaşmış şu kalbimde. Oh olsundu işte! Yazık, bilmez miyim? Kendimi kandırıyordum yalnızca. Ruhum ezildi. Baktım gözünün içine içine. Bakmadı lakin. Bakmazdı zaten bilirim. Cebinde bir kâğıt parçası ilişti gözüme. Yazılar okunmaz olmuş. Islanmış kâğıt belli ki. Su dökülmüş olmalı. Bilirim ağlamaz onun yüreği. Tarih bile yok, ne zaman yazmış kim bilir? Ne önemi var? Ondan bana kalan ne sevgi ne mutluluk ne de güzel bir anı… Bir kâğıt parçası işte… Küçücük karıncaya bile koca bedenini bırakan babam, elinde bir kâğıt parçasıyla uğurladı vefâsız kızını…