KAN VE GÜL
Gülü seven dikenine katlanırdı. Yetiştirdiğim gülleri temizlerken elime batan dikenleri çıkarttığım sırada aklımdan geçiyordu bu söz. Doğru demişlerdi her yerim kesilmesine rağmen gül yetiştirmeye devam ediyordum. Kendimi güle benzettiğimden miydi bu bağlılık yoksa onların da dikenleri yüzünden dışlanmasından mı bilmiyordum. Ama diken görünce insanların uzak durduğu bir gerçekti. Ben öyle güller kadar sert dikenlere de sahip değildim üstelik. Yapay diken gibiydi benimkiler dışardan sert görünüyordu ama dokunsanız yumuşacıktılar. Kimseyi kesmeye incitmeye niyetim olmasa da kitabı kapağa göre yargılayanlar öyle düşünmüyordu tabi. Çevrem de azdı buna bağlı olarak ve ben artık onların dahi yüzüne bakamayacak bir durumda bırakmıştım kendimi. Ellerimi temizledikten sonra kafamı etrafa çevirip bir göz attım. Dökülen gül yapraklarım yerdeki kırmızı sıvıyla buluşmuş sadece o kısmı görecek insanlar için belki de romantik bir görüntü oluşturmuştu. Ama büyük resim bu değildi tabi. Temiz olan yere adımımı ilerletip tamamen arkamı döndüğümde yerde boylu boyunca yatan uzun ve cüsseli bir erkek bedeni vardı ve bütün kan onun bedenine aitti. Bu kadar kan kaybından sonra öldüğüne emindim yine de ayağımın ucuyla omzundan biraz sarsıp kontrol ettim. Sanki her gün birini öldürüyormuşum gibi bir sakinlik ve huzur hâkimdi içimde. Yavaş adımlarım dükkânımın arkasında kalan ofisime döndüğünde anlık olarak olduğum yerde kaldım. Yapacağım bir şey vardı ama unutmuştum. Yavaşça kapıya dönüp kapalı yazsısını çevirdikten sonra dükkânı kitledim. Özenle baktığım güllerin talibi çoktu ama artık başka yerden almaları gerekecekti. Adımlarımı tekrar ofisime yönlendirdim. Aşıklar kendilerini, duygularını anlatabilsin diye kırmızı güller yetiştiren ben şimdi ellerimde aynı kırmızılıkla masama oturmuş dışarda yatan ve ofisten sadece başı görünen adamı izliyordum. İçimdeki bu sakinlik içten içe bir ürperti verirken ne yapacağıma içimde karar vermiş ama hâlâ başka yollar aranıyor gibiydi. Ellerimi ilk çekmeceden aldığım ıslak mendille çıktığı kadar temizlemeye çalıştım. Sanki bir önemi varmış gibi. Bu ellere bulaşan kan artık sadece derimi boyayan bir renk değildi. Hayatımı da siyaha boyayan bir renkti. Doğan güneşin sarı, gökyüzünün ve denizin mavi olmadığı, rüzgârın saçlarımı okşamadığı bir hayattı artık. Sevdiğim sayılı insanın da elimden alındığı her şeyi bir kenara bıraktığımda güllerimdeki rengin artık kan kırmızısı olduğu bir hayattı. Tekrar çekmeceye yönelip ikinci çekmeceyi açtım ve bir boş kağıt aldım. Yaptığım şeyler ve düşüncelerim benden bağımsız akıyordu. Bedenim oturuyorda ruhum dışardan bir gözle izliyormuş hissi beni ele geçirmişti. Uyuşmuş ellerimle kalemime uzandım. Yazmaya başladım yine kendi kontrolüm dışında. Aktı gitti satırlar benden habersiz, ne çok düşüncelerim varmış neler hissetmişim bugüne kadar farkında olmadan yazdıkça öğrendim. Kağıdı olduğu yerde bıraktıktan sonra kalkıp çantamdan araba anahtarımı ve telefonumu aldım. Arabada aklıma gelen ne kadar sevdiğim şarkı varsa hepsini açmaya çalıştım. Gittiğim yer yine benim isteğim dışında içerden verilen kararla gidilen bir yoldu. Varacağım yere geldiğimde en sevdiğim şarkılardan birini açtım yüksek sesle. Dışarı çıkıp arabaya yaslandıktan sonra sigaramı yaktım. Burası en sevdiğim manazaraydı. Gündüz gökyüzü ve deniz kucaklaşıyor olabildiğine maviyi birbirine katıyordu. Gece ise şehir ışıklarından uzak bütün yıldızlar yazılıyordu gökyüzüne.
“Hiç korku yoktu yoktu aklımda.
Eski bir kitap eskimiş resimler eski bir şarkı var aklımda.
Sevdiğim birini hiç kaybetmemiştim
Kaybetmek yoktu yoktu aklımda”
Şarkı sözleri akarken gözlerimde eş zamanlı biriken yaşlar salındı pınarlarımdan. Adımlarım yolun sonunu buldu. Derin bir nefes çektim ciğerlerime. Bir kez daha baktım maviliklere. Bir sonraki adımım boşluktaydı. Yüksekliğin getirdiği hızla gömüldüm çok sevdiğim ama bir türlü içine girmekten korkmadan tadına varamadığım denizin. Masmavi , serin ve hırçın dalgalar kendi içinde boğuşuyorken verdikleri bu amansız kavganın sonu hepsinin uçurum dibindeki kayalıklara vurmasıydı. Hepsi dövülüyor, savruluyor ve en sonunda kendi içlerinde birbirlerine sarılıyorlardı. Dalgaların bu hırçın heveslerine bu kadar hâkim olmam içlerinde onlarla birlikte savruluyor olmamdandı. Suyun serinliği vücudumu sarmalamışken aynı zamanda ciğerlerimi de ele geçirmeye çalışıyor, soğukluyla içimi titretirken bir nebze nefes alabileceğim alan bırakmıyordu.
Kafamdaki düşüncelerde yıllarca böyle savrulmuştu içimde ordan oraya. Bana yeni yeni hisler kazandırmış ama bu hisleri nereye koyacağımı öğretmemişti düşüncelerim. Hep bir yuva aradı duygularım bu bilinmezlikle, nereye ait olduklarını bulmak istediler haklı bir isyanla.
Sahipsiz kalınca sarıldılar önlerine çıkan tüm insanlara. Bütün hisleri eklediler tüm tenlere, gözlere. Gün sonunda yalnız kaldık ama sahipsiz tüm duygularımla. Yalnız, ötekileşmiş ve paramparça. Papatyaları, menekşeleri herkes sever önemli olan dikene rağmen gül sevebilmektir ya ben bu sahipsiz duyguları sevemedim. Onlar yüzünden de kimse beni sevemedi. Çünkü onlar benim dikenlerimdi. Bilmece çözülmüş güllerle olan bağımın sır perdesi aralanmıştı görüşüm bulanıklaşırken.
Bilincimin son kırıntılarını da hissettiğim tüm bu sevilmemişlik ve batan dikenleri kalbimde hissetmeyle harcarken bir dalga daha vurdu sırtımdan, daha da derinlere çekti beni içinde bulunduğum masmavi deniz. Hayatımı sevip sevilerek geçirememiş olsam da son nefesimi verirken en sevdiğimin kollarındaydım, yetinmesini bilmiştim.