AZAMET

Sabahın ilk ışıklarıyla uyanmıştı, daha doğrusu uyandırılmıştı. Aptal komşusu sabahın köründe çimleri biçiyordu yani yapılacak iş miydi şimdi? Hem hafta sonuydu hem de sabahın ilk saatleriydi, zaten gece tam uyuyamamıştı zihni bir türlü susmuyordu. Tüm gün beyninin içinde düşünceler kol geziyordu, hele geceleri yatağa girdiğini hisseden düşünceler tüm gücüyle hücum ediyordu. Bu durum da uyumasını güçleştiriyor ve onu asabileştiriyordu. Yatakta dönüp durmak ona fayda etmiyor, uykusunu geri getirmiyordu. Kaçan uykusunun geri gelmeyeceğini anlayınca kalkmaya karar verdi. Güzel bir kahvaltı yapacaktı, belki daha öncesinde temiz havada yürüyüş yapar daha sonra da duşunu alıp keyif yapabilirdi. Aptal komşusu yüzünden erken uyanmıştı fakat tüm gününü ona kin besleyerek geçiremezdi. Bu olumsuz durumu fırsata çevirmeliydi. Hemencecik üzerini değiştirip sokağa attı kendini, bir yere yetişecek gibi adımlar atıyor hatta koşarcasına yürüyüş yapıyordu. Ciddi, asabi ve hızlı adımlarla hücuma kalkan bir asker gibi adımlar atıyordu. Hızlı hızlı yürüyor, ne havanın güzelliğinin farkına varıyor ne yanında oynaşan sokak köpeklerini görüyor ne de yürürken ezdiği çiçekleri görüyordu gözleri. Aceleci ve hoyratça ilerliyordu. Yorulduğunu hissettiğinde eve dönme kararı almıştı. Gelirken yürüdüğünün aksine dönüş yolunda adımları ağır ve yorgundu sanki hareketlerindeki hoyratlık çekilmiş yerine bıkkınlığın verdiği bir temkinlilik gelmişti.
Evine vardığında komşuları kahvaltı hazırlama telaşındaydı. Kocaman bir masa kurulmuş çoluk çocuk tüm enerjileriyle sofrayı donatma derdindeydiler. Şöyle bir göz ucuyla o tarafa bakmış ve içinden: “Ne kadar saçma, ben olsam tek izin günümde tüm bunlarla uğraşmazdım,” diye düşünerek evine girmişti. Duşunu alıp kendine küçük bir kahvaltı tabağı hazırladıktan sonra tekrar bahçeye çıkmıştı. Bahçeye çıktığında yan bahçeden çocuk gülüşmeleri ve büyüklerin sesleri geliyordu, yine bir anda tüm vücudunu öfke dalgası sarmalamıştı. “Ne kadar saçma, insan kendi evinde bir hafta sonu rahatça uyuyamaz mı, sakinlik içinde oturamaz mı yahu?’’ diyerek salondaki yemek masasına geçti. Bir yandan bir şeyler yiyor diğer yandan da tabletinden maillerini kontrol ediyordu. Bir anda gözü masanın ayak ucunda duran büyük kitaplığın en üst rafına ilişti. Uzun uzun gözünü bile kırpmadan oraya bakıyordu, dışardaki ve zihnindeki sesler birbirine girmişti adeta. Soluksuz kaldığını hissetti bir an, ayağa kalktı ve can havliyle bahçeye attı kendini. Derin derin soluklar alıyor ama yine de açılamıyordu. Sanki dünyadaki tüm havayı solusa yine de içine düştüğü boğucu bu kasvetten kurtulamayacak gibi geliyordu. Bahçedeki tüm sesler birer uğultuya dönüşmüştü. Sanki dünyası yer değiştiriyor, doğru bildiği her şey yanlışmış gibi geliyordu. Hayatımın gerçeği dediği ne varsa birer yanılgıymış gibi geliyordu. Ne olmuştu bir anda? Ya da olan şeyler bir anda olmamıştı da bugün mü patlak vermişti? “Allah’ım neden zihnimin içi susmuyor, neden? Yoruldum zihnimi bir tahta kurusu gibi yiyip bitiren bu düşüncelerden artık yoruldum. Yeter! Neden bende normal insanlar gibi gülemiyor mutlu olamıyorum” diyerek içten içe kendiyle kavga ediyordu.
Son bir gayretle evine tekrar girdi. Adımları onu doğruca yatak odasına götürmüştü ama ayakları onu yatağa kadar taşıyamadı, oracığa gücü çekilmiş gibi yığılıverdi ve bir anda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Çok sevdiği birinin ölüm haberini almış gibi içli içli, durdurulması güçmüşçesine ağladı. Birileri gelmiş de yüreğini dağlıyordu sanki; acıyan ve ağlayan yegâne yeri kalbiydi. Farkına varıyordu yavaş yavaş bu azametli hayata gelene kadar nelerden vazgeçmiş, neleri yitirmiş anlıyordu artık. Bu aydınlanma onda balyoz etkisi yaratmıştı; sarsıcı ve parçalayıcı.
Biliyordu artık, olduğu konuma gelmek ona pahalıya mahal olmuştu. Getirisi şaşaalı bir yaşam olabilirdi ama götürdükleri azımsanmayacak kadar çoktu. Bu modern dünya onu insanlığından, duygularından etmişti. Mutlu olmayı, olanlarda huzur aramayı, yaşama umutla bakmayı, gülmeyi, üzülmeyi ve hatta ağlamayı bile alıp götürmüştü. Artık onun ne geniş sofraları ne de o sofralarda yeri vardı. Evi, bedeni gülüşlere ve kahkahalara o kadar yabancıydı ki tüm bu güzel tınıları duyduğunda geriliyor ve hırçınlaşıyordu. Hırçınlaştıkça da ıssızlaşıyordu artık onun bu güzel şeylerde ne yeri ne de varabileceği bir yurdu vardı. Bugünler için ailesine baş kaldırmış fakat modern dünyanın kölesi olmuştu. Azametli yaşamın gölgesinde kalmış, cansızlaşmıştı. Daha iyi bir yaşam için çıktığı bu yolda modern dünyanın kölesi olup tüketmişti kendini. Farkındaydı her şeyin, yavaştan da uykusu gelmeye başlamıştı, saat çok erkendi ama uzun zamandır çağırmadan gelmeyen uykusu bugün kendiliğinden gelmişti, hemencecik olduğu yere kıvrıldı ve gözlerini kapadı. Dışarıdan yine sesler geliyordu ama bu sefer huzurluydu. Yüzünde derin bir tebessümle gözlerini kapadı.
ELİF ÖZDEMİR