ASMA AĞACI
Küçük bir çocukken sökülüşüne şahit olduğum bir asma ağacımız vardı. Evimizin duvarlarını hapishanelerdeki demir parmaklıklar gibi sarar ama asla o demirlerin soğukluğunu hissettirmezdi. Sıcacık hissederdim. Ev dediğin sıcacık olmalıydı zaten. Sıcacık hissettirmesinin yanı sıra o kadar uzun ve kudretli görünürdü ki. Bilmiyorum belki de o sıralar aslında gördüğüm; çocuğunun arkasında dağ gibi duran bir baba figürüydü. Belki de o kudret, babasız büyümekte olan küçük çocuğa evinde kendini güvende hissettirmişti. O küçük çocuk, asma ağacı sayesinde evin yolunu asla kaybetmezdi. Asma ağacı, babasının yapmadığını yaparak ona uzun bir süre yol gösterdi, güven ve huzur verdi.
“Tohumlarını ellerimle ekmesem asırlardır burada diyeceğim.” derdi dedem. Asma ağacının asırlardır başka küçük çocuklara yol göstermesi, güven ve huzur vermesi beni rahatsız etmişti. Dedim ya bir baba figürüydü benim için. Yani bir zamanlar küçük olan o çocuk için. Küçük bir çocuk, kalbinde un ufağı kadar kıskançlık olmadan babasını paylaşabilir miydi? Sevdiklerimizi içimizde un ufağı kadar kıskançlık olmadan başkalarıyla paylaşabilir miydik? Dedemin dudaklarından bu kelimeler dökülürken; dünyada çok çile çekmiş, her şeyi görmüş geçirmiş ve belki de elinde olmadan sessiz kalmanın haklı yorgunluğunu hissetmişti asma ağacında. Çok seviyordu ve bu nedenle çok da iyi anlıyordu asma ağacını. Asma ağacı ile dedem birlikte büyümüşlerdi. Asma ağacının dedem tarafından sökülmesi de beni büyütmüştü. Birini mütemadiyen sevmek, onu öldürmek mi demekti? İnsan kendi eliyle sevdiğinin köklerini sökebilir miydi topraktan? Bilmiyorum. Eğer buysa sevgi, ne farkımız kalır eli kanlı katillerden? Böyle bir sevgi mazhar olmamalı insanlığa.
Dedem asma ağacını iki yıldır üzüm vermediği ve kurumakta olduğu için sökmüş. Etrafındaki topraktandır ya da havadandır köyde açar belki ümidiyle köklerinin bir kısmını köye götürmüş. Bilmiyorum belki de asma ağacı sadece bize üzüm vermek istemiyordu. Her gün sulayarak, güneşi güzel alsın diye budayarak işkence ediyorduk belki de ona. Toprağına türlü türlü ilaçlar, gübreler dökmemiz, bu kadar çaba, bu kadar beklenti bıktırmıştı belki de onu. Kurtulmak istemeyen asma ağacını kurtarmak adı altında defalarca öldürmüştük belki de. Onu bu hayattan koparan ne havaydı ne köklerini saldığı toprak, bizzat bizdik.
Bir ihtimal köyde tekrar yetiştirebiliriz diye bir parçasını alıp ektiğimiz o asma ağacı hiçbir zaman tekrar açmadı. Büyümedi ve köklerini salmadı toprağa. Ektiğimiz fidan boynu bükük bir şekilde kurudu, soldu ve küçüldü zamanla. Dedem birlikte büyüdüğü asma ağacının bir daha açmayacağı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldı ve muhtemelen kendi suçladı. Zaten ölümüne sebep olduğun bir bitkiyi tekrar açmadı diye suçlayabilir miydik? Suçlayamazdık. Hayır, suçlamamalıydık.
Eski bir komşunun, “sahi ne oldu o ağaca?” diyerek beni anılarımın tozlu raflarında gezintiye çıkarmasıyla doldu gözlerim. Farz edin ki elini sobaya yanlışlıkla değdiren bir çocuktum. Sağıma baktım, soluma baktım. Benim elimi değdirdiğimi gören olunca ağlamaya başladım. Böyle bir şeydi işte o gezinti de. O eski komşum bana sormasaydı, tozlu raflardaki acılar üzerime devrilmeyecekti. O acılar benim acılarım mıydı yoksa asma ağacına ait acılar mı bilmiyorum. Empatinin dozunu mu kaçırmıştım? Hiç sanmıyorum. Asma ağacıyla aynı yerden mi yara almıştık yani? Aynı yerden kırılıp aynı çabaları mı göstermiştik? Hiç istemeden kendimizden bir parça mı vermiştik insanlara? Peki ikimizin de bu hayata vedası aynı mı olacaktı? Neydi sahi ikimizi bu denli aynı kılan? Ben de soldum, boynumu büktüm bir asır. Çiçek vermek istemedim. Ne bileyim köklerim yayılmasın toprağa, gözlerimi kamaştıran güneş değmesin tenime. Yapraklarımı bin bir zorlukla açıp dökmeyeyim. Yaşamak için bana verilecek bir damla suya muhtaç olmayayım istedim. Zaten ne belli birinin hiçbir kayda değer sebep göstermeden beni yuvamdan, memleketimden, ailemden, toprağımdan sökmeyeceği? Zaten neden çiçek açmak isteyeyim ki? Acımasız, adaletsiz, küçük çocukların kötü masal karakterleriyle bezeli, ölülerin gözyaşlarıyla yeşeren çiçeklerin doluştuğu bu dünyaya neden gelmek isteyeyim? Soldum, yoruldum ve kayboldum. Asırlık bir yoruluşun ardından son perdede hata yapmış bir tiyatrocunun üzüntüsüyle soldum. Ve bu hata yüzünden de kayboldum. Kayboldum çünkü asma ağacı artık yok. Evimde dahi güvende hissetmiyorum. Gerçi artık hiçbir yer evim gibi hissettirmiyor. Hiçbir yer sıcacık değil artık, üşüyorum. Soldum ve yoruldum çünkü beni yoran ve solduran bir takım oldular oldu. Hazin çöküşlerim oldu. Gözlerimi açıp açmamak arası gelgitlerim, gelgitlerin çarptığı kayalar kadar sert ve acımasız düşmanlarım oldu. Pes edişlerim oldu. Yıllanmış, küf tutmuş, solmuş, yorulmuş ve kaybolmuş başka bir kalbe tutunma çabalarım oldu. Koca bir ömrü hayallerimin gerçek olabilme ihtimaliyle tükettiğim oldu. Soğuk kış ayazlarında yüzüme çarpan kapılar oldu. Demir kafesli penceremden gidenlerin gelme ümidiyle aklımı yitirdiğim anlar oldu. Keşkeler ve belkiler arasında seken bir hayatı yoluna koymak için sarf ettiğim her çabanın beni zehirlediğini fark ettiğim anlar oldu. İşte bunların hepsi tozlu raflardan üzerime devrilen acıların kusuruydu. Rabbimin düşmanımın başına vermesini istemediğim acılar yaşamıştım. Yaşamıştık yani asma ağacıyla. Bu oldular aklımın bir köşesindeki tozlu raflardaydı. Bir soru soruldu ve ben sadece sonu yazılmamış, ağır bir dram içeren romana benzedim. Hayatım roman demiyorum. Zatım romanmış da üzerime bir şeyler devrilmeden fark etmemişim diyorum. Muhtemelen bende romanın sonunda asma ağacı gibi çok değer verdiğim biri tarafından katledileceğim. E zaten filmlerde de katiller çoğu zaman kurbanın en yakını çıkmaz mıydı? Şimdi tozlu rafları arkamda bırakarak yürüyorum. Başrol olmanın hakkını vererek arkaya doğru acı bir bakış atıyorum. Dudaklarımdan birkaç kelime dökülüyor usulca: Sonumuz benzemesin asma ağacı. Aman sonumuz benzemesin.
asma ağaçları iyidir