BİR ÖLÜNÜN SON HATIRALARI
En son duyduğum bir çakmak sesiydi gerisini hatırlamıyorum. Üşümekten önce duyduğum son sesti…
Bir şarkıya karışan yağmur damlaları, kanımın son damlasıyla çırpınıyordu…
Hissedemiyordum ellerimi, bedenim bana ait değildi sanki. Gördüğüm tabelalar sırattan geçmeme manilerdi. Ruhumun derinliklerinde hapsolmuş zebaniler geçtiğim her tabelada özgürleşiyorlardı. Susayan bir fani gibi suya kanıyorlardı.
Işıklar geçiyordu, yok yok, araba farı değil, ışıklar geçiyordu…
Araba titrerken dudaklarımdan zorla çıkan sözcükler, ha bire titriyordu, son bir inşirah diliyorlardı, aslında biliyorlardı; son bir inşirah olamazdı.
Sözcükler, son kurşun gibiydiler, döküldükçe öldürdüler. Kurşun gibi sözcükler, yüreğimi deldiler, fikirlerimden akıp gittiler.
Tenha yollarda aradığım bir çıkıştı,
Çıkış; kaçış mıydı, aldanış mıydı, yalvarış mıydı?
Zaman, tünelden geçiyordu, karanlık sonu belirsiz bir tünelden,
Geçtikçe ömrümden geçiyordu…
Sonra atlılar geçiyordu, bozkıra doğru.
Çocuklar, sevinçler, umutlar geçiyordu.
Kafdağından beyzadeler, periler, muhafızlar çıkıyordu…
Ömrüm bir sel gibi akıyordu….
Yaşar Kemal’i görüyordum, Süphan Dağı’nın eteklerinde. Bir ağaç bulup, telleyip pullayıp gelin eyliyordu, sonra bulutları görüyordu, sonra bulutları, bulutları… “Başka ne gelir ki elden?”
Irmak başında kızlar testiler kırıyordu, delikanlılar şair oluyordu, ozan oluyordu… Mısralar yazıp dize dize asker oluyordu. Mendiller çeşme başlarında unutuluyordu, sevdalılar, yârenler unutuluyordu. Hakikât gelip tam orta yerde duruyordu…
“Birden gözlerim geçti, diyarlardan,
Al kana boyanan yüreğim geçti.
Sözlerim geçiyordu pazarlardan,
Zırha bürünen vicdanlar geçti.
Sevdam eleniyordu sevdalardan,
Kardan, borandan, yağmurdan geçti.”
Bir fırtına koptu, yüreğim delik deşik…
Ölmüyordum, bir kıyıda iki büklüm olan masada şiir yazıyordum. Bir gençlik ölümüne hasret, hâlâ yaşıyordum…