UZAK BENLİKLER DİYARI

Bu hikayenin bir başlangıcı yok. Sadece gelişmesi ve sonucu var. Bu hikayenin bir kahramanı ya da kazananı da yok. Sadece kaybedeni var.
Ben… Kendi hikâyesinin yan karakteri olan kişiyim. Kendi hayatında söz hakkı dâhi olmayan bir figüran… Hayatını roller uğruna harcamış o oyuncu benim. Kimi zaman iyi evlat rolüne bürünüp bütün gururu üstümde taşıyorum. Kimi zamansa sadece iyiyim. İyi hissetmek, benim için bir rol oluyor. Adına kader denilen, rollerimi hep onların biçtiği bu filmde bir ben varım, bir yalnızlığım, bir de ufak tefek his parçalarım.
Bazen rollerimden birinde yaşarken kendimi çok yorgun hissediyorum. Sanki canımı oltaya takıp atıyorlar denize ve ben kurtulmak uğruna beni yiyecek birini bekliyorum. Yendiğim zaman hayatı yeneceğimi sanıyorum.
Sonra babam geliyor yanıma, saçlarımı okşuyor. Bir de minik bir buse hediye ediyor başımdan, Seni seviyorum diyor. İyi oluyorum.
Sonra,
Sonra…
Uyanıyorum. Sevilmeye ayrılan süremin sonuna geliyorum. Kırılır mı bir insan rüyasından uyandığı için? Ben kırılıyorum. Rüyama kırılıyorum, babama kırılıyorum. İnkisarlarla doluyor gönlümün kapıları. Anlatamıyorum ama derdimi. Konuşturmuyordu ya babam beni, yazmaktan başka çarem kalmıyordu benim de. Yine yazıyorum işte, bembeyaz hayatları siyah kelimelerimin heyelanlarıyla öldürüyorum.
Kalkıyorum bana mezar ağırlığı veren yatağımdan. Dışarıya çıkmak istiyorum, içimin kirinden arınmak istercesine temiz hava almak istiyorum. Ne kadar tutardı acaba bir parça oksijen? Neyse, param da yok zaten.
Sonra sahile iniyorum. Herkese iyi gelirmiş ya deniz havası, ben de o an herkesleşmek isteyerek gökyüzüne bakıyorum. Güneş ufukta doğarken, hafiften esen sabânın beni huzurlu bir ruh haline getirmesini istiyorum. Her zamanki gibi bu isteğim de gerçekleşmiyor, aksine kendimi daha kötü hissediyorum. O günü de sevimsiz, yüzü gülmeyen, bozuk bir ruh haliyle geçiriyorum. Sonra ayrılıyorum bu bozuk günden ve onu da ağır vedalar kumbarama atıyorum.
Babama nazlanamadığım her günü attığım o kumbara… Ömrümün yarısından fazlasını içinde taşıyan o küçük, kara kutu; kaldıramıyor artık bu yükleri. Zira o da bana benziyor. Benim gibi kırgın, benim gibi yorgun…
Çok yorulmuşum farketmeden. Sorsanız neden diye; uygun bir cevap bulmam zor olur. Çünkü neden yorgun olduğumu ben de bilmiyorum. O kadar çok sebebi var ki, şu an hangisi olduğunu anlayamıyorum.
Çok güzel hayallerim var benim, bir o kadar basit. Küçük şeylerden mutlu olan ben en çok bisikletimle kırlarda gezmeyi hayal ediyorum. Ama mukadderat bu ki, ben konusunda müşkülpesent olan bu insan görünümlü cam parçaları yüzünden hiçbir hayalim gerçekleşmiyor. Benim için hayal olan, onlar için heyûla oluyor.
Çok güzel susmalarım var benim, bağıra bağıra susuşlarım. Ama müteessir ve âmâ ruhum daha fazla yüklenemiyor bu yılgın sessizliğimi. Bu yüzden bu kez ben konuşuyorum, sükuta eriyor zihnimin kalabalığı. Ruhumun tavan arasındaki buruşturulmuş kağıt yığınına yenileri ekleniyor, artık susmak ne bilmiyor içime zincirlenmiş sözcükler.
Çok güzel acılarım var benim, her biri içimde silinmeyen yaralar gibi; geceleri fısıldayan hatıralar, sabahları büyüyen hüzünler gibi… Kimine gülerek veda ettim, kimine sessizce boyun eğdim, ama hiçbirini unutmadım, hiçbirini eksik bırakmadım. Onlar, ruhumun karanlık köşelerinde kök salmış, her hatırlayışta daha da derinleşen eski dostlarım gibi… Ne kadar canımı yakmış olsalar da, varlıkları bende derin bir anlam taşıdı, bir iz bıraktı. Çünkü bazı acılar kaybolmuyor, zamanla daha da büyüyor, içimde derinleşiyor ve o an, her şeyin bir yıkım olduğunu hissediyorum. Her adımım, her düşüncem bir ağırlık gibi üzerime çöküyor. Sanki her şey kayıp, her şey karanlık. Gerçekten korkuyorum, çünkü gerçek, kayıplarla ve hiç geçmeyen acılarla dolu.
Ben, her sabah uyanıp karanlıkta kaybolan bir gölge gibiyim. Yavaşça yok oluyorum, her şey yeniden başlıyor, ama hiçbir şey değişmiyor. Bu sonsuz döngü içinde kaybolmuş bir zamanın parçası gibi hissediyorum; anlar, anlık rikkatlere, birer lahza gibi geçen sürelerin ardında sessizce kayıp gidiyor. Gözlerimde bir ışık parıltısı var belki de, bir ruşendil gibi parlayan, ama asla tutunamadığım bir ışık. Ne zaman bir yolculuğa çıksam, içimde hep bir eksiklik, hep bir kaybolmuşluk hissiyle başlıyorum güne. Bir anlık farkındalıkla büyülenmişim gibi ama yine de uçuruma adım atmaya hazırlık yapıyorum.
Dedim ya, ağır vedalar biriktirmişim içimde. Şimdi onları harcamanın vakti geldi. Bir parça huzuru terk ediyorum, bu karanlık günün içinde yeniden kaybolmak için, belki de sonunda, bir anlık ışıkla yeniden doğmak için.
Hoşçakalın, ne ölebildiğim ne de adam akıllı yaşayabildiğim bu dünyada bana ayrılan sürenin sonuna geliyoruz.
Ve asla unutmayın; ben bunların hiçbirini, siz de beni hak etmediniz.