UYAN(MAY)IŞ

Adımlarını o kadar hızlı atıyordu ki takip ediliyormuş da, izini kaybettirmek istiyor gibiydi. Nefes nefese kalmış, ciğerlerini soğuk doldurmuş, yanaklarını alev almıştı. Kaşları olabildiğince çatık, alnının izleri hiç olmadığı kadar belirgindi. Ara ara rüzgârda savrulan saçlarını düzeltmek için açıyordu sadece yumruk hâlini almış ellerini. Öfkesi, kuduz bir köpek gibi çıkardığı homurtudan okunuyordu. Kan çanağına dönen gözlerini perdelemeye yetmiyordu uzun kirpikleri. İçinde seyir aldığı derin okyanusta, mesken tuttuğu koca gemiden, eski bir sandala düşmüştü. Tahtası kırılmış, içerisi su dolmuş bir sandal. Suları avuçlayıp dökmeyi düşünecek kadar çaresizdi. O güçlü gövdesinin bir damlası kalmamıştı. Yer ve gök birleşmişti. Ruhu sığmıyordu bedenine. Çırpınışları uçmayı yeni öğrenmiş bir kuş kadar tecrübesiz, yere çakılmaya ramak kala. Attığı koca adımlara rağmen bitmiyordu yolu, ayakları taşımaktan acizdi cesedini. Ne ummuştu ne bulmuştu. Hedefler, beklentiler, düşünceler, sevgiler… Yaşanılan bunca uzun fakat boşluklarla dolu zaman, hepsi birer birer süzülüyordu gözlerinin pınarlarından. Fonda yürekleri dağlayan bir drama. Çaresizliğin kan kusuşuydu bu. Elden bir şey gelmeyişin… Unutulmaya yüz tutmuşken tüm varlığı, yorgun omuzlarından dökülüyordu yıllar. Boynunda taşıdığı hayat urganı son düğümünü atmıştı. Güneş göğünü terk ettikçe daha da artıyordu tüm hücrelerini alevlendiren çılgın öfkesi, umutsuzluğu. Böyle biri miydi? Suretinden okunan bu amansız bitmişlik hep onunla mıydı, saklamış mıydı kendinden bile asıl benliğini?
Son zamanlarda içine girdiği bu dipsiz kuyunun girdabına katılmıştı işte, üstelik bilinçli olarak. Duraksadı, etrafına baktı. Kızıl gökyüzüne, yüzünü yalayan yele, kırmızı ışıkta yırtık pantolonu ile mendil satan çocuğa, karnını doyurmak için çöpü karıştıran o kediye. Duraksadı, kendine baktı. Yalandan yaşadığı onca hatıraya. Bu yanlış yaşanmışlığın başkahramanı oluşuna. Kendini kandırışına, ruhuna ettiği eziyete. Bu işkencede en acımasız yöntemleri kendine uygulayışına. Bir dünyaya baktı, bir kendine. Dünyanın içinde değildi. Tüm karanlığı ile dünya onun içindeydi. O ise keşmekeşliğin tam ortasındaydı. Harabesine astığı beyaz pileler kapkaraymış meğer. Duyduğu ve söylediği, gördüğü ve gösterdiği tüm güzellikler bir hamlede silinecek süslermiş. Gözlerini ovaladı, bu gecikmiş uyanışı ve varlığını lanetledi. Boğazında takılı kalan acı tadı tükürdü yüzüne. Yürüdü… Etrafına baktı. O sahte tebessümünü yeniden takındı. Tüm bu savruluşa rağmen kazıdı beynine;
“Ben bu dünyaya aitim, ben bu dünyayım.”
İşte böyle dedi…
“Ben bu dünyaya aitim” buhranlar içinde kavrulsam bile ben bu dünyanın özetiyim. Kızan, küsen, öfkeyle yanlışları tokat gibi vuran benim. Kızdıran, küstüren, öfkelendirdiğimde yüzüne tokat gelmesi gereken benim. Her yeri çamur görüp, çamurun sadece yaratılışımda kalması gerektiğini unutan benim. Aynaya bakanların yüzünde kokuşmuşluk görüp, dev aynasını kendine yakıştıran benim, en kötü kokuları sürünürken bileklerime… İnsanlığa saydırıp ağız dolusu küfürleri, küfre dört nala koşan benim. Bir acı anında dünyaya isyanı bağırıp, şükürsüzlük de çağ kapatıp çağ açan benim. Benim bu dünyanın hâkimi, benim dünyanın acziyet ile boğulmuş kölesi. Hıyanete karşı kılıcımı savururken, başından tacını düşürmemek için eğilmeyen kral benim. Kötülüklere akıtırken timsah gözyaşlarımı, hayır da benim şer de benim…
Kendini noksansız görüp içten içe hiçlik deryasında yüzdüğünün farkındaydı.
Adımlarını o kadar hızlı atıyordu ki, izini kendine kaybettirmek istiyor gibiydi. Dünyanın karanlık yüzüne öfkesini akıtırken, karanlık tarafın lezzetinin vazgeçilmez müdavimi olduğu gerçeği çırılçıplak gözlerinin önüne serilmişti. Öfkesi, kini, uyanışa erdiğini sanışı içinde kaybolduğu bu dünyanın, vicdan mahkemesinde beraatını sağlamak içindi.