ŞÜPHESİZ GÜVEN’MEK
Ne çok sözümüz, ne çok cümlemiz birikti bu hayatta… Ama bazen, belki de bugünlerde çok daha fazla, sarfettiğimiz, yazdığımız o sözlerin, o afilli cümlelerin hepsinin içi boş ve manasız geliyor bana. Sanki her şey anlamını yitirdi bu çağda. Onlarca, yüzlerce kitaptan binlerce alıntı paylaşıyoruz, okuyoruz, anlıyoruz, yorumluyoruz. Bunlarla gurur duyuyor, bir “şey” yaptık sanıyoruz. Peki bunların hangilerini içselleştirebiliyoruz. Kaçımız bulunduğumuzu iddia ettiğimiz kalıbın insanlarıyız. Manasızlık yüzyılının anlamsız, köksüz, çiçeksiz kuru dalları, sararmış yaprakları gibi içimiz… Birbirimizi düşürdüğümüz kuyularda yalnız, çaresiz, sessiz birer çığlık gibiyiz… Kendi söylediği yalanlara önce kendisi inanan aptallar kadar safderun, içten, samimi insanlarız! Cidden çok safız, karşımızdakini kendimizden aptal sanarak aslında kendi kendimize düştüğümüz veya kendi kendimizi düşürdüğümüz tuzaklara bakıp, büyük bir keyifle aldatmanın zevkine varıyoruz… Aldattığımız kendi benliklerimiz oysaki, kahrolası egolarımız dev aynalarında hayranlıkla seyrine daldığımız… En akıllısı, en kurnazı, en cesuru, en iyi yalan söyleyebileni, en iyi durumu idare edebileniyiz her hâlin.. Unuttuğumuz çok önemli bir şey var aslında. Öncelikle ve evvela “biz” hayatımızın en önemli tanıklarıyız. Kendi kendimizi yargılayan en güçlü mahkemenin yani vicdanlarımızın en acımasız “hakim”leri(mi)yiz. Kendimiz hakkında taraf tutmaksızın en adil hükmü vicdanlarımızda vermiyor muyuz? Yoksa vicdanlarımızı da mı kaybettik, onların da mı sesini soluğunu kestik?
“Her şey o kadar çok konuşuluyor ki, yazıya geçirilecek bir şey kalmıyor geride. İçinde yaşadığımız şu çağ unutmayı çok iyi biliyor, belki de tek niteliği bu. Unutuyoruz ve unuttuğumuz şeylerin yerine hemen bir yenisini koyuyoruz. “Yağmurlara ve rüzgârlara açık olmak tek özelliğimiz bizim.” diyor Ahmet Erhan yaşadığımız çağa bakarken…
İçini boşalttığımız her bir sözcük, daraltıp yok ettiğimiz her bir anlam bizden hesap soracak oysaki. Biz bu çağın unutkan insanları, verilecek hesabı da unuttuk, geldiğimiz elest bezmini de…
“İçinde yaşadığımız çağ, kandırmacadan ibaret. Her an aldatılıyor, kandırılıyor, ikna ediliyoruz. Böylesi bir dönemde doğruyu anlamak son derece güç… Doğrular önümüzde bile olsa görülemeyebiliyor, fark edilemeyebiliyor. Çünkü doğrunun etrafı kirli…” Mesud Topal Hallac-ı Mansur’un öğretilerini anlattığı kitabında böyle söylüyor…
Ben de soruyorum o halde “Doğruları kim kirletti?” Doğruyu aramaya bile yeltenmiyorken, “hakikat”e kör olmakla gurur duyuyoruz hepimiz. Doğruların üzerini kapatmakla kendimizi yalanların; huzursuzluk, güvensizlik, şüphe dolu denizine terk ediyoruz büyük bir mutlulukla. Hepimiz aynı yalanların farklı boyutlarında öldüresiye yalnızız oysaki, inanmak istemesek de… Kirlettiğimiz doğrularımızla, en çok da kör ettiğimiz kendi vicdanlarımızla kendi yalanlarımızın içinde boğuluyoruz… Hakikatin sesini kısan, gerçeği değersizleştiren “bu çağdan” mı yoksa bu çağın insanlarından, yığınlarından mı “nefret ettim, etimle, kemiğimle nefret ettim…” ben, Cahit Zarifoğlu’nun eşsiz ve tam ifadesiyle… Bilmiyorum.. Kesin ve net bildiğim bir şey varsa o da; içinde hiçbir şüpheye yer bırakmadan, tüm kalbimle, tüm samimiyetimle “insan”a yeniden güvenmektir. Bu güvenle, dünyanın içinde hâlâ güzelliklerin var olduğuna, olabileceğine inanmak istiyorum. Hepimizin ihtiyacı olan tek şeyin de bu olduğuna inanıyorum.