MUTLU OLDUĞUM ZAMANLARIN ANISINA
Mutlu olduğum zamanların anısına…
Ya da bana öyleymiş gibi gelen zamanlara…
İnsan kendini kandırır en çok ve en güzel kendine kanar. Ne garip o zamanlar da mutlu olduğuma inanmak için çok çaba sarf ediyordum. Devamlı kendime soruyordum, emin misin? Mutlu musun? Son kararın mı? Bak sonra daha çok üzülme? Biraz zaman geçtiğinde bu heves, heyecan bittiğinde bu kadarlığına razı olacak mısın? Bu sana, gelecekteki sana yetecek mi? Daha fazlasını isterken ve daha fazlasını hak ettiğini iliklerine kadar bildiğin halde bununla yetinebilecek misin? Daha neler neler…
Beynimi ve pek tabii bütün vücudumu esir alan her saniye olmasa da her dakika düşünmek, incelemek zorunda bırakan sorular, sorunlar… Didik didik ettim hayatımı henüz geleceğinden umudumun olmadığı geleceğimi de mahvetmemek için bütün önlemleri almaya çalıştım. Ama sanırım kendimi kandırdım ya da kendime kandım. Ve devamlı her soruya evet, olur, yetinirim, mutluyum, mutlu olacağım diye yanıtlar verdim. Çünkü bitirmeye, hiçliğe ve alıştığım şeyler ne kadar az olsa da bana yetmiyor olsa da yokluğuna tahammülüm de gücüm de yoktu o zamanlar.
O yıllardan kalma bir yazımı buldum geçen akşam. Ne kadar güzel ikna etmişim kendimi. Beni ikna eden bu güç onu ikna etmeye yetmemiş ya da ne bileyim hep diyoruz ya hayırlısı böyleymiş.
“Ne aradığını; bulunca ne yapacağını; ne yapacağını bilse bile ne kadar sürdürebileceğini bilmeyen bir haldeydim. Bulduğumda inanamama ve devamında ne olacağına dair belirsizlikle yaşamak bana başta çok zor geldi. Zamanla arayışım da yaşayışım da anlam buldu. Herkesin anlaşılmayı beklediği bir dünyada anlamayı-anlamı buldum.”
Bulduğumu zannettim. Anladığımı, anlaşıldığımı zannetmişim. Bir de hayatın tüm anlamını, onun taşımayacağını bile bile ona mal etmişim. Sonra kendimi, neşemi, huzurumu, evimin yolunu kaybettim. Sokak lambalarının saat kaçta yandığını ve kaçta söndüğünü öğrendim. Kaç güneş doğdu üzerime, kaç gece izledim gökyüzünü, kaç yıl gitti ömrümden saymadım. Sayamadım. Çünkü acı, hüzün rakamlarla matematiksel terimlerle anlatılmaya çalışılınca yapay bir hal alıyor. Zorlama bir çabaya dönüşüyor. Benim içimde yaşadığım derinliğin anlamını kırıyor, yok ediyor. Kaç gün geçtiğini. Yaşadıklarımı atlatmanın ne kadar zaman aldığını asla hesaplamadım. Hesaplayamazdım da zira matematiğim hiçbir zaman iyi olmadı. Bir gün uyandığımda artık acı yoktu. Solda mı sağda mı yoksa tam orada mı olduğunu yıllar önce anlamakta zorluk çektiğim o minik yumru sakindi. O da yoktu. İsmi de cismi de çoktan bulanıklaşmıştı. Kasıtlı yaptığım bir şey değildi bu. Bir anda olmuş da değildi. Demek ki zamanın her şeyin ilacı olduğu doğruymuş. İlaç kullanacak yaram kalmadı diyemem bir izi var ama o iz artık bir dekor gibi bir dövme gibi geliyor gözüme. O izle daha bir anlamlı yaşıyorum. Evet, yaralandım, çünkü savaştım. Hani diyor ya Ayşegül Genç, Kalbin Arka Odası kitabında “…eskiden savaşçılar ilk yaralarını alıncaya kadar kendilerini Tanrı sanırlarmış, ancak ölümcül bir yara aldıkları zaman Tanrı olmadıklarını anlarmış…” Ben de asla kırılmaz zannettiğim yerimden kalbimden kırılmıştım. Demek ki ölümsüz değilmişim. Hele Tanrı hiç değilmişim. Demek ki düşündüğüm kadar dayanıklı değilmişim. Bir olmazı oldurmaya çalışmaktı en büyük hatam. Şimdi herkesi affettim.
Sıra kendimde.
Bir gün kendimi gerçekten affettiğimde güneş doğacak ve ben yola yeniden çıkmak için ayağa kalkacağım. O zamana kadar, yeni bir yara almamak için kalkanlarımı kuşanmış olarak bekleyeceğim. Kim bilir belki de kalkana ihtiyaç duymadığım bir geleceğim olur?
Kim bilebilir?
Nevi şahsına münhasır, tertemiz güzel bir yazı olmuş.Dilinize ,yüreğinize sağlık
Çok teşekkür ederim.