FEODALİTENİN SONUNUN GELDİĞİ ÇAĞLARDA ŞÖVALYE OLMAK

Uzak Asya topraklarında, Çin’de bulunan barutun ilerleyen dönemlerde dünyanın siyasi denkleminde büyük etkiler ve köklü değişimler yaratacağını kim nereden bilebilirdi ki?
İşte böyle bir dönemde, soğuğu iliklerimize kadar hissettiğimiz bir Orta Avrupa ülkesinde, tek mal varlığım kılıcım, kalkanım ve zırhımdı. Derebeyim için ölmeye ve öldürmeye hazırdım.
Gelen haberciler kuzeyimizde kalan iki derebeyliğinin surlarının delindiğini, ateşli toplar altında ihtişamlarına yakışır bir akıbete uğradıklarını söylüyordu.
Ama endişelenmeye gerek yoktu, bizim derebeyliğimizin duvarları sapasağlamdı, bu surları geçebilecek bir ordu henüz dünya tarihinde görülmemişti.
Öyle ki halkımız yaman ve askerlerimiz talimliydi, en güzel özgürlük şiirleri bu topraklarda yazılmış, tanrılar en güzel ödülleri bu topraklara bahşetmişti!
Aşılmayacak bir sur varsa şüphesiz bu bizim surlarımızdı!
Günler böylece akıp geçerken, bir siyah atlı yaklaştı kapıya!
-Nereden böyle?
-Geliyorlar!
-Kim?
-Onlar!
-Onlar kim?
-Kocaman toplarıyla burayı yıkmaya geliyorlar!
İşte o zaman anladım ki artık savaş zamanı gelmişti, devre istinaden zaten bu sakinlik hiçte normal değildi! Ama zafer baştan bizimdi!
Tahmini iki gün içerisinde burada olacaklardı!
Devasa kalemizin eksik bir yanı olmadığından, ilk gün için hazırlık sadece savaş talimleri ile geçmişti!
İkinci günde ise bastıran yağmur ve fırtına sayesinde, su ihtiyacımızı tam manası ile karşılamıştık!
Bu iyiye işaretti! Doğa bizden yanaydı!
Ve artık beklenen gün gelmişti, kılıcımı sivrileştirip, kalkanımın bakımlarını yaptım bu derebeyliğimiz için önemli bir savaştı! Derebeyliğimizin büyümesinin önünü bile açabilirdi!
Dahası savaşta göstereceğim kahramanlıkla derebeyinin kızı ile bile evlenebilirdim!
Savaş çığlıkları atan bir gurup atlı ve yüzlerce yaya şövalye vardı karşımızda! Arka tepede konuşlanmış topçular gözüküyordu!
Kararlıydık! Korkmayacak ve savaşacaktık!
Savaş çanları çaldığında, korkusuzca saldırdık, kılıçlar ahenk içerisinde iniyor, kalkanlar çeneleri parçalıyor, oklar yağmur gibi yağıyordu!
Karşı tarafın sayıca üstün olması ve kayıplarımızın artması sonucu dışarda kalan şövalelerimize aldırmadan kale içerisine çekilerek kapıları kapattık!
Tam o esnada topçu ateşi başladı. İlk atışta, kalenin tepesinde bulunan heykel isabet almış ve paramparça bir şekilde halkın üstüne düşmüştü. Kalede bir kaos ortamı esmeye başladı, etrafa koşuşturan kadınlar, saklanmaya çalışan çocuklar ve daha nicesi, yaşanmaz dediklerim geliyordu sanki başıma, tam o esnada sağ omzuma bir ok saplandı ve bir top atışı ile kalenin güney yamacında kocaman bir gedik açıldı!
İşte bu sonun başlangıcıydı! İçeri doluşan düşman askerleri son kalan birkaç şövalye ile mücadele ediyor, yaşlılar ve halk kılıçtan geçiriliyordu!
Tam bu esnada bulunduğum kale dibine isabet eden top ile kalenin yıkılan kısmının altında kaldım, ağzımdan kanlar akıyordu ve ağzımdan çıkan son sözler şunlardı: Bizde herkes gibiymişiz! Değişim vaktini kaçıranı evren ve düzen affetmiyordu! Değişimi reddeden herkes yenilmeye mahkûmdu.