ATEŞTEN TOPRAK

Ölümü hatırlıyorum bazen. En sevdiklerimi düşünüyorum. İnsanların bu acıyla nasıl başa çıktıklarını ve nasıl başa çıkamadıklarını düşünüyorum. Çok şey hissediyor olup hiçbir şey yapamamak belki de en çaresiz anlardan biridir. Ölümü hatırlamak bir yana düşünmek bile bir insanın kalbini söküp ellerinin arasında tutmak kadar korkunç.
Ölümü “vahşet” olarak tanımlıyorum. Ölüm denildiğinde aklıma iki şey geliyor, ölmek ve öldürmek. Her iki durumda vahşettir bir bakıma. Ölen için mi yoksa öldüren için mi üzülmeli bilmiyorum. Her canlının dünyada geçirdiği kısıtlı bir vakti var. Bu tüm insanlığın ortak kaderidir. Kaderden kaçılmayacağı gibi ölen için de üzülmek doğru değildir aslında. Ölen için üzülmez insan. Bilir çünkü kaderden kaçamayacağını. Hissettikleri için üzülür. Anıları özler. Duygularıdır ölen. Anılarıdır kül olup uçan ve bir daha asla yaşayamayacak olan hayalleridir onu üzen. Öte yandan öldüren için üzülmek çok daha doğrudur. Kaderin ne zaman geleceğini bilemediğimiz gibi bu vahşetin cezasının ne kadar ağır olacağını da bilemeyiz. Görünmeyen bir kamburu vardır bu insanların. Tonlarca yükün altında ezilir ruhları. Kimisine baktığımızda “ne kadar soğukkanlı bir piç” desek bile ruhu çığlık çığlığa ağlarken koca bir gülümseme vardır yüzünde.
Ölümden korkulur mu? Canımızın acıması mı bizi korkutan yoksa işlediğimiz günahların bedeli mi? Ölmekten korkmuyorum. Günahlarımın bedeli için korkuyorum ama tövbe etmek için ise hiçbir şey yapmıyorum.
Sevdiğim birini kaybetmekten daha çok korkuyorum. Bazen diyorum ki: Lütfen önce ben öleyim. Sonra düşünüyorum ve bu tam bir bencillik gibi geliyor. Acı çekmemek için acı çektirmek. Kafayı sıyıran o ucubelerden olmamak için korkaklık etmek. Bunlar beni seven insanlara haksızlık gibi geliyor.
Ölümle nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum. Hani kurarız ya kafamızda binlerce senaryo. Ben her olasılıkta da yerle bir olanım. Hiçbirinde ayakta kalıp mücadele edemiyorum. Üzüntüsünü de öfkesini de sonuna kadar yaşayan biri olarak söylüyorum bunu. Koca bir ateş topuyum. Ya yanarım ya da yakarım. Ben her seferinde yanmayı seçiyorum. Yakmayı öğrenmedikçe yanmaya mahkumum.
Bazen soruyorum kendime “Bir çiçek, ateşten bir toprakta nasıl yeşerir?” Yok olmaya mahkum bir çiçek bahçesi, nasıl olur da kuş sesleriyle dolar? Yeryüzünün tüm kanunlarına göre mümkün olmayan bir doğa olayından bahsediyorum. Böyle hissetmeyeli uzun bir zaman oldu. “Ancak ilahi bir güçle” derdim her zaman. Farkında değildim o ilahi gücün içimde saklı olduğundan. Ben umudun ta kendisiydim. Umudu başka yerlerde ararken öğrendim bunu. En çaresiz anlarda hissettim en çok.
Umut, bir insandan ziyade bir eşya da olabilir. Bir kedi, bir çiçek, bir kolye, bir kitap ya da bir gökyüzü de olabilir. Kelimelerin ardına saklanmış pencereleri tek tek açmaya çalışmaktansa bir gökyüzünün altında yıldızlara merhaba demek gerekir.
Umudun olmadığı yerde hayat yoktur. Düne tutulan yas, yarına ihanettir. Kalbe bir kazık saplayınca ölseydi ruh, çığlık çığlığa dans eder miydi bedeniyle yeryüzünde? Dansa kalkmış bu köhne ruha ölümü hatırlatmak ne büyük ayıp.
Olur olmadık yerlerde hatırlıyorum ölümü hep. Bu bir çeşit oyunsa kaybeden benim aslında. Hayat hep bir seçenekten ibaret. Doğru seçeneği bulup bir sonraki soruya geçmekle yükümlüyüzdür. Bazen ise doğru olduğuna emin olduğumuz bir şıkkı işaretleyip diğer soruya geçtiğimizde neden bir önceki sorunun yanlış şıklarının doğru olma olasılığını hesaplarız? İşte tüm mesele bu. Sanki kafamın içinde 16 çekirdek işlemcili üst düzey bir bilgisayar varmış gibi, sanki tüm olasılıkları hesaplamaya programlanmış gibi durmadan düşünüyorum.
Ölümü hatırlıyorum bazen. En sevdiklerimi düşünüyorum. Yanlarında ya da yanımda geçirecekleri ne kadar zaman kaldı bilmiyorum ama bu olasılığı hesaplamayı reddediyorum. Basit işlemcili günlük bir bilgisayara geri dönüyorum. Güzel anıları depoluyor, veri tabanımda saklıyorum. İzin veriyorum arada bir çiçek bahçemin sulanmasına. Ateşten toprağı düşünmüyorum. Yağmurun bereketine inanıyorum. Kollarına sığındığım bahçıvana umut besliyorum…