SİSİFOS
Belki de en büyük ceza,
farkına varmadan çoktan verilmişti:
Bir taşın alnına kazınmış,
her solukta hecelediğimiz
ve her adımda yeniden yazılan
bir yazgıydı.
Bulduğumuz her çıkmazın
çıkışsız olduğunu bilerek
sessizce taşıyoruz;
avuç içlerimize yapışan
toz gibi ağır bir umudu.
Bizi, bir mum sönene dek
gideceğimiz yere kadar uğurluyorlar.
Nefesimiz,
sırtımızda taşıdığımız yara izleri kadar
hafif, göğe kavuşuyor.
Oysa mumun yakıcı dumanı
göğe yükselirken
biz, taşla birlikte yuvarlandık aşağı.
Cebimde unuttuğum bir çakmak,
her düşüşte yanıp sönüyor;
ateşi tutuşturacak kadar
sıcak değil artık ellerim.
Darp izlerinle geldin,
rüzgârda bir yaprak gibi savruldun.
İçindeki fenerler sönmeden
çizilmiş haritaları aradın.
Zaman aktı,
ve anladın:
Artık sen,
kendi yolunun yolcususun.
Düşün diye yaktıkları her yeni ateş,
seni küle çeviren
o aynı çıkmazı aydınlattı sadece.
Küllerde sönmüş fenerlerin
gölgesindeyiz hepimiz.
Bir pusulaydık,
kuzeyi gösteren.
Sen ise
hep kuzeye sürüklendin.
Küller soluyor artık
ciğerlerimizde.
Yine de her şafağın aydınlığıyla
aynı yokuşa tırmanıyorsun.
Ve yine biliyorsun:
yol yok, çıkış yok.
Ama taşın sesi,
o kadim, inatçı ezgi,
hâlâ kalbinde yankılanıyor.