HAKİKATLE İLK GÖZ TEMASI III: IŞIĞIN GÖLGESİYLE YAŞAMAK
Hakikatle ilk temas bir kırılmaydı. Ardından gelen yankı, geçmişin gölgelerini uyandırdı. Şimdi ise bambaşka bir evredeyiz: Hakikatle yaşamak. Bu, ne bir aydınlanma seremonisi ne de sona ermiş bir içsel savaşın huzurlu kutlamasıdır. Aksine, bu yeni bir sınavdır — çünkü hakikatle yaşamak, onu bir kez görmekten çok daha zor ve zahmetlidir.
Hakikati gördükten sonra, onunla nasıl var olacağız? Gözümüz alıştı mı ışığa? Yoksa hâlâ kamaşmış bir bilinçle bakıyor muyuz dünyaya? İşte bu evrede başlar ışıktan doğan yeni bir gölge: Bilmekle yetinmek, ama dönüşmemek. Çünkü bazıları için hakikati görmek, ona teslim olmaktan çok bir “entelektüel zafer”e dönüşür. Oysa hakikat, bilgisel değil; varoluşsal bir iddiadır. Ve her iddianın ardında bir sorumluluk vardır.
Hakikatle yaşamak, onu bir etik pusula haline getirmekle mümkündür. Bu, doğruyu bilip yanlışa sapmamak değildir sadece. Bazen hakikat, kendi konforumuzu, ilişkilerimizi, hatta “benlik imajımızı” yerle bir edebilir. Örneğin, yıllardır süregelen bir dostluğun ya da ilişkinin, aslında çıkar temelli ya da bağımlılığa dayalı olduğunu fark etmek… Bu gerçeği görmek acıtır. Ama daha zor olan, bu hakikatle birlikte yaşamayı göze almaktır.
Zira hakikat, çoğu zaman yalnızlaştırır. Kalabalıklar genellikle hakikatin değil, rahatlığın peşindedir. Bu yüzden hakikati dile getiren kişi, çoğu zaman “bozan”, “rahatsız eden” ya da “değiştiren” olur. Albert Camus’nün dediği gibi:
> “İnsan hakikati yalnızken duyar, ama topluluk önünde yalan söylemeye mecbur kalır.”
Bu yalnızlık, zamanla bir içsel dayanıklılığa dönüşebilir. Ancak o dayanıklılık, kolaylıkla taşınan bir yük değildir. Hakikatin yükü, insanı bazen yorarken, bazen de yüceltir. Bu nedenle hakikatle yaşamak, bir tür denge sanatıdır. Ne tamamen içe kapanmak ne de her şeyi dışa vurmak… Asıl mesele, hakikati yadsımadan ama onunla birlikte “yaşanabilir bir hayat” kurabilmektir.
Burada Simone Weil’in şu tespiti anlam kazanır:
> “Hakikate sadakat, onu her zaman dile getirmek değil; onu sessizlikte koruyabilmektir.”
Yani bazen hakikat, anlatılarak değil; yaşanarak temsil edilir. Ve bu temsil, kişinin kendi iç tutarlılığıyla ilgilidir.
Toplum içinde hakikatle yaşamak, sadece bireysel değil, aynı zamanda sosyal bir sorumluluk yükler. Sorgulamayan bir çevrede düşünen olmak, itiraz etmeyenler arasında ses çıkarmak; bu da hakikatle yaşamanın bir boyutudur. Ancak bu, sürekli bir muhalefet hâli değil, bir bilinç hâlidir. Hakikatle yaşayan kişi, yalnızca neyin yanlış olduğunu değil, neyin daha gerçek olduğunu da işaret eder. Ve bazen bu gösterişsiz bir varoluşla, bazen de yüksek sesli bir haykırışla olur.
Ama tüm bunların içinde unutulmaması gereken bir şey vardır: İnsan hâlâ insandır. Hakikati görmüş olmak, kişiyi kusursuz yapmaz. Yeni hatalar yapılır, yeni yanılgılar yaşanır. Çünkü hakikat bir varış noktası değil; sürekli güncellenen bir yolculuktur. Ve her yolculuk gibi, bu da tökezlemelerle, tereddütlerle ve bazen geri dönüşlerle doludur.
Bu yüzden hakikatle yaşamak, kendine karşı da şefkatli olmayı gerektirir. Çünkü hakikat, sadece dış dünyaya dair değildir; insanın kendi iç çelişkilerine, ikilemlerine ve yaralarına da dokunur. Ve o yaralara şefkatle yaklaşmak, belki de hakikatin en derin yüzüdür.
Kendimize şunu sormak gerekir:
Hakikati sadece biliyor muyuz, yoksa onu taşıyabiliyor muyuz?
—
Sonuç olarak:
Hakikatle yaşamak; onu sadece görmek değil, onunla birlikte yürümek, onun yükünü taşımak, onunla düşünmek ve hissetmektir. Hakikat, bazen yalnız bırakır ama sahte kalabalıklardan korur. Bazen yorar ama kendine yaklaştırır. Ve bazen acıtır ama içsel özgürlüğün tohumunu eker. Çünkü ışığın gölgesi, karanlıktan çok daha öğreticidir.