BAŞ EĞMEK YOK
Her sabah aynaya bakarken kendime şu sözü hatırlatırım:
“Yalnızca Allah’ın huzurunda eğilirim.”
Kalabalıklar içinde yürürken susarak konuşmayı öğrendim. Çünkü söz, ancak imanla yankı bulur. Şehirlerin sokakları birer paslı zincir gibi halkaların arasında boğulurken ben bir kelimeyi aradım: Direniş.
Evet, direniş.
Kâğıda düşen ilk harf gibi.
Bir sancıdan doğan ilk çığlık gibi.
Gecenin koynunda sessizce büyüyen hakikat gibi.
Ben bu dünyada edilgen bir kelime olmak istemedim. Fiil olmak istedim. Yakan, çağıran, sarsan bir fiil.
Adaletin karşısında eğilen değil, onu doğrultan bir duruşla yürümek istedim.
Kıbleye yönelmiş bir kalemin, kıblesiz akıllara isyanını yazmak istedim.
Ben Kudüs’ün taşlarında yürürken toprağa düşen gölgeme bile hesap sordum. Çünkü gölge bile bazen hıyanet eder.
Kalemim titrediğinde sustum; ama asla teslim olmadım.
Teslimiyet, yalnızca Yaratan’a aittir.
Geri kalan her şeye karşı, yeminli bir başkaldırıdır bu yürek.
Biliyorum.
Modern zamanlar, kalbi söndürmek için her gün yeni bir maske çıkarıyor.
Ama ben, kalbimin attığı her ânı “iman” saydım.
Çünkü kalbin attığı yerde devrim başlar.
Kalbin durduğu yerde ise medeniyet ölür.
Şimdi sana soruyorum ey genç kardeşim:
Başını kime eğiyorsun?
Hangi kapının tokmağını tutuyorsun?
Kalemini hangi masaya koyuyorsun?
Unutma:
Kalemin kıblesi varsa, sözünün izzeti olur.
Yoksa kelimeler, köleleşir.
Ve biz, hiçbir kelimeyi köle olarak yazmadık.
Bizim harflerimiz özgürdür.
Bizim cümlelerimiz Kudüs gibidir: İşgal edilemez.